աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: beni kaynuka gazasi
      Bugün Ziyaretçi: 56
      Bugün Tıklama: 590
      Toplam Ziyaretçi: 136653
      Toplam Tıklama: 278075
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.23.102.227

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>beni kaynuka gazasi

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    beni kaynuka gazasi

    Benî Kaynuka Gazâsı

    (Hicret’in 2. senesi Şevvâl ayı / Milâdî 624)

    Müslümanların Bedir Harbi’nden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları, Me­dine’deki Yahudilerin endişelerini büsbütün ar­tırdı. Pey­gam­be­ri­mizle arala­rında sulh antlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuğa ve kış­kırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efen­dimiz, her şeye rağ­men, ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. An­cak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muamelelere lâyık olmadıklarını açık­ça gösteriyorlardı. Şâirleri, Pey­gam­be­ri­mizi hicvediyor, Müslümanları kü­çük düşürücü mısralar düzüyorlardı.

    Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı: Benî Ku­rayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka... İç­lerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cür’etkârı olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu ba­kım­dan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudi kabileleri gibi Pey­gamber Efendi­miz­le anlaşmaları vardı. Müslümanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla be­raber Medine’yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi. Ancak onlar, gözle görülür tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesat düşür­meye çalışma, her vesileyle Ku­reyş müşrikleriyle iş birliği yapma gibi uygun­suz hareketleriyle bizzat anlaşmayı bozmuş oluyorlardı. Bu arada meydana ge­len çirkin bir hadise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:

    Medineli ensardan bir zâtın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudi kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudiler, ka­dının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Der­ken, Yahudinin biri, kadına hissettirmeden, arkasından, elbisesinin eteğini bir dikenle beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Ya­hudiler eğlenerek kahkahayla gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman, çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslü­manla Yahudi boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman, Yahudiyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudiler de Müslü­manın üzerine çullanarak onu şehit ederler.[1]Böylece, Yahudilerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur. Hadiseye sebebiyet verenler, Yahudilerdi. Haliyle, verdikleri sözlere ay­kırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş olu­yorlardı.

    Şehit edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulu­nun­ca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudilerini bir araya topladı. Ken­di­le­rini İslam’a davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi tak­dirde Bedir’de müşriklerin uğradıkları âkıbete kendilerinin de uğraya­bi­le­ceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudiler, Efendimizin bu konuşmasını ala­ya alıp, “Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp ga­lip gel­mene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz; savaşmayı çok iyi bili­riz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar oldu­ğu­mu­zu anlardın!”[2]diye küstahça cevap verdiler, sonra da dağıldılar.

    Benî Kaynuka Yahudilerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen ayet-i kerime, âkıbetlerini şöyle ilan etti:

    “Ey Resûlüm! O kâfir olan Yahudilere de ki: ‘Siz muhakkak mağlup olacak­sınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. O cehennem ne kötü bir yer­dir!’”[3]

    Aynı hadiseyle ilgili olarak nâzil olan bir başka ayet-i kerime ise, Pey­gam­be­ri­mize, ahdini bozan bu Yahudilerle çarpışmaya izin verdi: “Eğer seninle muahede yapan bir kavimden de sözleşmeye aykırı bir hainlik alâmeti duyar­san, savaş yapmadan önce ahitlerini reddettiğini doğruca kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sev­mez!”[4]

    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudileri üzerine gidilecekti.

    Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine’de yerine Lü­bâbe b. Abdi’l-Münzir’i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza’ya vererek Kaynukaoğulları üzerine yürüdü.

    Bu Yahudilerin, kuvvetli ve sağlam bir kalesi vardı. Pey­gam­be­ri­mizin üzer­lerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları mu­hasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.[5]

    Abdullah b. Übey’in Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı

    O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdul­lah b. Übey b. Selûl çıkageldi. Pey­gam­be­ri­mizin yanına vararak, “Yâ Muham­med! Benim müt­tefiklerime lütuf ve iyilik et” diye konuştu.

    Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu münâfığın sözlerini duymaz­lıktan geldi. Bu­nun üzerine Abdullah b. Übey aynı sözlerini tekrarladı:

    “Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!”

    Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi.

    Fakat Abdullah b. Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.

    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

    “Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin!” bu­yur­du ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den Şam’a sü­rülmelerini emretti.[6]

    Ubâde b. Sâmit’in Sözleri

    Avfoğullarından Ubâde b. Sâmit de, öteden beri Kay­nu­kaoğulları Yahudile­ri­nin müttefiki idi. Onları bıraktır­mak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendi­miz­le Abdullah b. Übey arasında geçenleri görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, Allah’ı, peygamberini ve mü’minleri dost tuttum. Şu kâ­firlerin müt­tefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım” diyerek Benî Kaynuka Yahudi­le­riyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilan etti.

    Bunun üzerine inen ayette şöyle buyruldu:

    “Ey iman edenler! Yahudileri de, Nasranîleri de kendinize yâr ve dost edin­meyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır.[7]İçinizden kim onları dost edi­nir­se, onlardan olur. Şüphe yok ki Allah, o zalimler gürûhunu doğru yola çı­karmaz.”[8]

    Kaynukaoğullarının Medine’den Çıkıp Gitmeleri

    Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı, Yahudilerin fitne ve fesadını Me­dine’den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mani olmaktı. Me­dine’den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.

    Kaynukaoğullarına Medine’yi terk etmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam’a doğru yola çıktılar. Vadi’l-Kurâ’ya gelince orada bir ay oturdular. Burada oturan Yahudiler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudileri, Ez­ruat’a ka­dar gidip oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.[9]

    SEVİK GAZVESİ

    (Hicret’in 2. senesi 5 Zilhicce Pazar)

    Kaynukaoğulları Yahudilerinden yedi yüz kişinin Medine’den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Pey­gam­be­ri­mizin bu ha­reketi, İslam’ın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hadiseydi. Eğer fesat şebekesi durumunda olan bu Yahudiler, İslam’ın mer­kezi Medine’de bı­rakılmış olsalardı, Müslümanlara birçok haince plân tertipleyecekleri şüphe­sizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.

    Şehrin dâhilinde tam bir sükûn ve huzur hâkimdi.

    Ancak hâricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Ku­reyş müş­rikleri, Bedir mağ­lubiyetinin ağır acısını unutmamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim Ku­reyş ileri gelenlerinden bir­çoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini adeta Ku­reyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağ­lubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Pey­gam­be­ri­miz ve Müslü­manlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sü­rün­me­ye­ceğine ve yıkanmayacağına ant içmişti.[10]

    Bu andını yerine getirmek için, Ebû Süfyan, iki yüz kişilik bir süvari kuvve­tiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müs­lü­manlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece, yaptığı ye­mini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.

    Gece vakti, henüz Medine’de ikamet eden Yahudi kabilesi Benî Nadîr rei­si­nin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında birçok gizli malumat al­dı.

    Daha sonra, Medine’ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz adın­daki mev­kiye kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalık ve iki evi ate­şe verdiler. Bu arada tarlasında işiyle meşgul, müdafaasız, ensardan bir Müs­lü­manı, işçisiyle birlikte şehit ettiler.[11]

    Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan, beraberindekilerle bir­likte süratle oradan uzaklaşarak Mekke’ye doğru yol aldı.

    Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve muhacirlerden iki yüz kişiyle, müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kim­seyle karşılaşmadı. Müş­riklerin süratle kaçıp gittikleri­ni öğrendi.

    Müşrikler kaçarken beraberlerinde yiyecek olarak getirdikleri “sevik” de­ni­len kavrulmuş buğday ununu, torbalarıyla birlikte, ağır­lık yaptığı ve süratle uzaklaşmalarına mani olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahit­ler, bu sevik torbalarını topladılar. Gazâ da adını buradan aldı.[12]


    _______________________________________________________

    [1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 51.
    [2]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 50.
    [3]Âl-i İmrân, 12.
    [4]Enfâl, 58.
    [5]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 29; Taberî, Tarih, c. 2, s. 297.
    [6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 29; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 297.
    [7]“Gayrimüslimlerle dostluk ve münasebet kurmakta ölçü nedir? Günümüzde olduğu gibi, sa­dece aske­rî ve iktisadî sahaya dönük ittifaklar kurmanın Kur­ân’daki nehiyle ilgisi var mıdır?” gibi akla gelebilen suallere Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat adlı eserinden muknî bir izah getirmiştir. Ay­nen alıyoruz:

    “Sual: ‘Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehy vardır.

    “Bununla beraber nasıl ‘Dost olunuz’ dersiniz?’

    “Cevap: Evvela: Delil kat’iyyülmetin olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki, te’vil ve ihtimalin mecali vardır. Zira, nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabi­lir. Zaman, bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine ol­sa, mehaz iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudî ve Nasara ile Yahudîyet ve Nasranîyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için se­vilmez; belki muhabbet, sıfat ve­ya san’atı içindir. Öyle ise, her bir Müs­lü­ma­nın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? ehl-i kitaptan bir ha­re­min olsa elbette seveceksin!

    “Sâniyen: Zaman-ı Saadet’te bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdi­ğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gay­rimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki, bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nok­ta-i medeniyet, te­rak­kî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed de­ğildirler. Binaenaleyh, on­lar­la dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini is­tih­sanla iktibas et­mektir ve her saadet-i dünyevî­ye­nin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte, bu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kuraniye dâhil değildir.” (Be­di­üz­za­man Said Nursî, Münazarat, s. 26-27)
    [8]Mâide, 51.
    [9]Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 309.
    [10]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 30.
    [11]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30; Taberî, Tarih, c. 2, s. 299.
    [12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30.

    Yazar: 
     
    Bugün 56 ziyaretçi (590 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol