աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: peygamberimiz ve muslumanlar darul erkamda
      Bugün Ziyaretçi: 68
      Bugün Tıklama: 876
      Toplam Ziyaretçi: 136665
      Toplam Tıklama: 278360
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      18.191.150.201

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>peygamberimiz ve muslumanlar darul erkamda

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    peygamberimiz ve muslumanlar darul erkamda

    Peygamberimiz ve Müslümanlar Dâru'l-Erkam'da

    Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi...

    Milâdî 615...

    Ku­reyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.

    İslam ve imanın tâlimi, Allah’a ibadet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tespit etti: Safâ tepesinin doğusunda dar bir sokak için­de bulunan ilk Müslüman Er­kâm b. Ebî’l-Erkâm b. Esed’in evi... Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolay­ca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.

    Artık Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkam’ı, Nebiyy-i Ekrem Efen­dimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslam üniversitesi saymak müm­kün­dür!

    Hz. Ömer’in İslam’la şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslam’ı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok kim­se bu evde Müslüman olma şerefine er­diler.

    Dârü’l-Erkam’ı Erkâm b. Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç satılma­mak ve tevârüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.

    İslam tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşı­sında, “Dârü’l-Hayzuran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bu­lunmaktadır.[1]

    YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER

    Yâsir, Mekke’ye Yemen’den gelmişti.

    Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğî­re’nin himâyesine gir­mişti. Sonradan Ebû Huzeyfe onu, cariyesi Sü­mey­ye’y­le evlendirmişti. Bu evli­likten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah...

    Bütün fertleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzumoğulları ol­mak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, iman ve İslam’dan vazgeçsinler diye, gü­ne­şin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, adeta cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

    Pey­gam­be­ri­miz, Sabır Tavsiye Ediyor!

    Yine bir gün Yâsir ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından inletilir­ken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu du­rum karşısında, “Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sab­redin ey Yâsir ailesi!” diyerek sabır tavsiyesinde bulun­du.

    İşkence altında kıvranan Yâsir, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Bu iş daha ne za­mana kadar böyle sürüp gidecek?”

    Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allahım, Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme” duasıyla karşılık verdi.

    Bu hadiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında iz­zetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, “Müslüman erkeklerden ilk şehit” şerefi kendisinin oldu.

    Oldukça yaşlanmış, zayıf ve nahif bir kadın olan, Yâsir’in hanımı Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmişti.

    Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zayıf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, “Sen, güzelliğine âşık olduğun için Muhammed’e iman et­tin!” diyordu.

    Bu âdice ithama, iman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşriğe söylenebi­le­cek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elin­deki mız­rağı saplayarak şehit etti. Hz. Sümeyye de böylece, “kadınlardan ilk şehit” ol­du.

    Ammar’ın Başına Gelenler

    Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydirili­yor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.

    Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekrem’in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. “Azabın her türlüsünü tattık yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:

    “Allahım, Ammar ailesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma!”

    Hz. Ammar’a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Am­mar’ın başını sığayarak ateşe, “Ey ateş! İbra­him’e (a.s.) serin ve selamet olduğun gibi Ammar’a da öyle ol!” diye dua etti. Sonra da Ammar’a, şu haberi verdi:

    “Ey Ammar! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müd­det yaşayacak­sın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun[2]eliyle olacaktır.”[3]

    “Kalbimde İman Ferahlığı Var!”

    Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sil­di; sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tu­tar da sana şöyle şöyle derler ve işken­ce­lerine devam ederlerse, sen de onlara iste­dik­lerini söyle ve kurtul” dedi.

    Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsa­ade idi!

    Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tara­fından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de ken­disine şu teklif yapılıyordu:

    “Muhammed’e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!”

    Zavallı Ammar’ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Am­mar’ı serbest bıraktılar.

    İşkence ve azap yükü altında ezilmekten kurtulan Am­mar, doğruca Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Efendimiz kendisine, “Kurtulduğun, yüzünden bel­li!” deyince, ce­vabı şu oldu:

    “Hayır, vallahi kurtulmadım!”

    Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Am­mar, “Ben, senden vaz­geçirildim. Lât ve Uzzâ’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylet­tirdiler!” karşılığını verdi.

    Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi, heye­can ve korku içinde Resûl-i Kibriya’nın huzurunda dikilmiş, duruyordu. Müş­riklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!

    Resûl-i Ekrem, “Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sordu.

    Ammar’ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:

    “Kalbimi iman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da de­mirden daha sağlam buldum!”

    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sana vebâl yok ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak ister­lerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul!”[4]diyerek Am­mar’ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sü­rura garketti.

    Bu hadise üzerine Yüce Allah, şu meâldeki ayetini inzal buyurdu:

    “Kalbi imanla karar bulmuş olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) zor­lananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah’a küfre­derse onlara şiddetli bir azap var; fakat küfre bağrını açanlar üzerine, Al­lah’tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.”[5]

    Şu halde, kalbi imanla karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat tanın­maktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir âzâsının yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin imanla mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve di­nin izzetini korumak için helâk olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla da­hi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel et­mek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.[6]

    HZ. EBÛ BEKİR’İN İŞKENCEYE MARUZ KALIŞI

    Re­sû­lul­lah Efendimiz, bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müs­lümanlardan birço­ğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, “tev­hid davasını müşriklere karşı açıklamak” ar­zusu, bir iştiyak halini almıştı. Bu­nu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fa­kat Hz. Re­sû­lul­lah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir ha­re­ket için zamana ihtiyaç vardı. “Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz!” diye ko­nuştu.

    Fakat imanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde adeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Haram’a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.

    Allah ve Resûlüne iman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kal­binin derin­liklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah’a imanın ulvîyet ve kutsîyetini, buna karşılık puta tapmanın pespâyeliğini ve onlara hürmet etmenin sefâletini haykırdı.

    Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müş­rikler, Hz. Sıddık’a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.

    Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşamüzeri ken­di­ne gelebildi.

    Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gö­zü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümle­ler şunlar oldu:

    “Re­sû­lul­lah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmiş­ler­di!”

    Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hz. Re­sû­lul­lah’a olan sadâ­katinin şâheser bir ör­neğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acı­sına sızısına aldırmadan, Nebiy­y-i Zîşan’ın du­rumunu öğrenmek istiyordu; hem de o Nebiyy-i Muh­terem’e şiddetle muhalefet edenler arasında...

    Kendisine yemek teklifinde bulundular; “Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?” dediler.

    O ise hep, “Re­sû­lul­lah ne haldedir, ne yapıyor?” diye so­ruyordu.

    Annesinin, Resûl-i Ekrem’in davasından haberi yoktu. Henüz iman etme­yenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, “Git” dedi. “Hat­tab’­ın kızı Ümmü Cemil’e sor. Re­sû­lul­lah hakkında bana haber getir!”

    Ümmü Cemil, iman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat Resûl-i Ekrem’den al­dığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.

    Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr ona, “Ebû Bekir, sen­den, Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben, onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen, bera­ber oğlunun yanına gidelim” diye cevap verdi.

    Aslında, Ümmü Cemil’in Re­sû­lul­lah’tan haberi vardı. Ancak bir tertip ve tu­zakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle ce­vap vermişti.

    Hz. Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zabtede­me­ye­rek, “Sana bunları re­vâ gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sap­kındır! Allah’tan dileğim, onlardan intikamını alması­dır!” diye haykırdı.

    Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekrem’in selamette olduğunu öğrenmesine rağ­men Hz. Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmi­yor­du. Annesine, “Vallahi, gidip Re­sû­lul­lah’ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!” dedi.

    Onu, Resûl-i Ekrem’e götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl gidebilirdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?

    Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sende­leye Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş can­dan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekrem’in durumunu gözleriyle gördük­ten sonra, “Annem babam sana feda olsun Yâ Re­sû­lal­lah! O azgın, sapkın ada­mın (Utbe b. Rabia) yüzümü yer­lere sürtüp bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!”[7]diye konuştu.

    O anda bile Hz. Ebû Bekir’in gönlü iman ve İslam’a hiz­met aşkıy­la alev alev yanıyordu.

    Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu, annem Selma’dır” dedi. “Onun hakkında Allah’a duada bulunmanızı arzu edi­yorum. Umulur ki Allah, onu cehennem ateşinden ha­tırın için kur­tarır!”[8]

    Bu samimi arzu, samimi duayla birleşti ve o anda orada Ümmü Hayr Selma Hâtun, “bahtiyar mü’mineler” safına ka­tıldı.


    ____________________________________________________________________________

    [1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267; Ebu’l-Velid el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 80.
    [2] “Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hz. Ali, onu, Mu­a­vi­ye’nin taraftarlarının bâğî (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Mu­a­vi­ye te’vil etti. Amr b. Âs dedi: ‘Bâğî, yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.’” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110).
    [3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 248.
    [4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 249.
    [5] Nahl, 106.
    [6] Hazin, Tefsir, c. 3, s. 136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 3132.
    [7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 275.
    [8] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 276.

     

    Yazar: 
     
    Bugün 68 ziyaretçi (876 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol