աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: mekke devrinin bir hulasasi
      Bugün Ziyaretçi: 62
      Bugün Tıklama: 734
      Toplam Ziyaretçi: 136659
      Toplam Tıklama: 278218
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.145.173.144

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>mekke devrinin bir hulasasi

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    mekke devrinin bir hulasasi

    Mekke Devrinin Bir Hülâsası

    Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle, on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslam tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Pey­gamber Efendimizin bu dev­redeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok fayda vardır.

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenab-ı Hak tarafından pey­gam­ber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dün­yay­la birlikte tarihi­nin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulun­du­ğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi edili­yordu.

    Onu peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hak, aynı zamanda İslam’ı neş­retme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildi­riyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tespit ediyordu.

    Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir teb­ligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olaca­ğın­da şüphe yoktu.

    İçinde yaşadığı cemiyetin hususîyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendi­rilmez ortaya atı­lıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslam di­nini açıktan ilan etmedi. Bunun yapılabilmesi için zama­na ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğma­sı gerekiyordu.

    Resûl-i Kibriya Efendimiz, iman ve İslam’a davete ilk ön­ce en yakınlarından başladı. İlk defa davasını zevcesi Hz. Hatice-i Kübra’ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslam’a davet etti. O da İslam’la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dı­şında en çok güvendiği kimselere iman ve İslam’ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslam’a gir­di.

    Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göster­melerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:

    “Yâ Ebâ Zerr! Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”[1]

    Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, imanından gelen coşkun­lukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Ha­ram’a gidip açık­tan açığa Müslümanlığını ilan ederken, müşriklerin öl­dürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kur­tulabilmişti.[2]

    Hz. Re­sû­lul­lah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına de­vam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak otuz kadardı.

    Bu devre, “En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut!”[3]me­â­li­ndeki ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâ­hî gereğince en yakın akrabalarını İslam ve imana davet etmeye başladı. Önce, Ab­dül­mut­ta­liboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.

    Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ te­pe­sin­den Mekkelilere seslendi. Onları Allah’­ın birliğine imana ve peygamberli­ğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yel­tendi. Fakat Pey­gamber Efendimiz, iman ve İslam’ı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine imana ve ri­sâ­le­ti­ni tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.

    Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerle, İslam’ı neşretme ve yaşayıp ya­şat­ma vazifesinde Pey­gam­be­ri­mizin hareket tarzını da tespit ediyordu.

    Mekke’de nâzil olan ayetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah’ın var­lık ve birliğine, 2) Ba’se, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye imanı akıl, kalp ve ruhlara nak­şetmek...

    Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine imana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını ha­ber veriyordu.

    Bunlardan başka da, Pey­gam­be­ri­mizin karşı karşıya bulunduğu ve hallet­mesi gerekli meseleler vardı. Fakat en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilme­dikçe, halkın zihninde, kalp ve ruhunda bu iki muazzam mesele tespit edilme­dik­çe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yo­lunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.

    Pey­gam­be­ri­miz, her şeyden önce Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerji­sini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün in­sanlığı Allah’a imana ve O’na mutlak itaate hasretti. Çünkü şirk inancını ka­fa­lardan sökmedikçe hak ve hakikati kalplere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslam davası muvaffak olamazdı.

    Bunun içindir ki Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlik’inin Allah oldu­ğunu telkinle işe başladı. O’nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de davasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâ­kim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “tevhid” inancını sundu. “‘Lâ ilâhe illallah’ deyiniz, kurtulunuz” di­ye insanlığa hitap etti.

    Resûl-i Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim du­rumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhi­ren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek is­temiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışları­nın idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.

    Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bı­rakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü’­min­ler hal­kası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik de­ğiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnatlara kal­kıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnatlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.

    Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendi­mizle Müslümanları Kâbe’de namaz kıl­mak­tan menediyorlar; üzerlerine mur­dar şeyler atıyor; na­maz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yol­lara dikenler saçıyorlardı. Zayıf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, iş­ken­ce altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şe­hâ­det mertebesine ulaşıyordu.

    Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere kar­şı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını ne­tice verebilirdi.

    Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Re­sû­lul­lah, durmadan dinlenmeden İslam dini­ni tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat bu­na rağ­men Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve davasını tebliğden asla vaz­geç­miyordu.

    Cenab-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği ayet-i kerime­lerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Mesela, ilk nâzil olan surelerden biri, Asr Suresi’dir. Bu surede “birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tav­siye edenler” övülür.

    Bazen Cenab-ı Hak, doğrudan doğruya Resûl-i Kibriya Efen­dimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: “(Ey Habi­bim!) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki Al­lah’ın vaadi mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, ahirete imanı olmayanlar (se­ni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”[4]

    Bir başka ayet-i kerimede, Efendimize şöyle hitap ediliyordu:

    “(Ey Resûlüm!) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et.”[5]

    Bütün bu emirler gereği, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendi­sine yapılan haksız muamelelere ay­nıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisil­de bulunmadığı gibi, mü’minle­re de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî ha­reket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir ailesine yap­tığı tavsi­yedir.

    Bir gün, Yasir ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, “Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir”[6]demişti. Yine bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden adeta bunalan Habbâb b. Eret (r.a.), kendisine şikayette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:

    “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki bazılarının vücutları ke­miklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının or­ta­sından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabretti­ler, imanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslamiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek ba­şına giden bir kimse Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hak­kında da kurt saldırmasından başka hiçbir kor­ku duymayacaktır. Fakat siz acele edi­yorsunuz!”[7]

    Yine İkinci Akabe Biatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz!” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır! Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emro­lun­ma­dı” cevabını vermişti.

    Görülüyor ki Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı. Nitekim bu sabrın müspet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müspet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslam’la şereflenmişti.

    Bir gün Ebû Cehil ve birkaç müşriğin, Pey­gam­be­ri­mize hakaret ettiğini duy­muştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir toplu­luk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinin­deyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıkla­rını bana da yap, göreyim!” demişti. Sonra, Pey­gam­be­ri­mizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.[8]

    Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işken­celerini öylesine artırdılar ki Peygamber Efendimiz, Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslamiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zo­runda kaldı. Bunun için Erkâm b. Ebî’l-Erkâm’ın evini merkez yaparak hizme­tine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.

    Peygamber Efendimizin herşeye rağmen davasını anlatmaktan vazgeçme­diğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi hal­letme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğ­lunu ya bu davasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötüle­mesin ya da onunla aramızdan çekil!” dediler. Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu ce­vabı verdi:

    “Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana ya­yar, vazifem biter ya da bu yolda ölür, giderim!”[9]

    Müşrikler, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dava­sından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Yine taktik değiştirdi­ler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Re­sû­lul­lah’ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslamiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.

    Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki sab­rın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma rad­desine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “Habeşistan’a gi­din; zi­ra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedil­mez. Orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu du­rumdan bir çıkış yolu ya­ra­tın­caya kadar orada kalın!”[10]

    Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler. Her zaman olduğu gibi, bu saf­hada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri câizse va­sıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allahım! Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam’la [Ebû Cehil] kuvvetlendir” dua­ları, bunun açık bir misâlidir.

    İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslamiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslam davası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim bu du­adan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslamiyetin ilan ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerinde­ki bas­kı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kal­dı­lar. Müslü­manlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yap­maya lüzum hissetmemeye başladılar.

    Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himâyesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat ar­tır­dılar. Hz. Re­sû­lul­lah’ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler netice­sinde son derece müşkîl bir hal almıştı. Evinden nâdiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neş­retmek için, Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Davetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Pey­gamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve “Rabbimden iste­diğim, müşrikle­rin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.

    Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslam’ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslam dininin esaslarını telkin et­mesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Ku­reyş­li müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnatlarla halkı onu dinlemekten vaz­geçirmeye çalışıyorlardı.

    Fakat onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Re­sû­lul­lah’ın gönüllerin fet­hiy­le büyüyen davası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve ve Medine ufuk­la­rında parlamaya başladı.

    Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.


     



    ______________________________________________________________

    [1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 214-219; Müslim, Sahih, c. 7, s. 156.
    [2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 219.
    [3] Şuarâ, 214.
    [4] Rum, 60.
    [5] Mearic, 5.
    [6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 342.
    [7] Buharî, Sahih, c. 2, s. 321.
    [8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 311-312; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12.
    [9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 244-245; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 170-171.
    [10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 344; Taberî, c. 2, s. 222.

     

    Yazar: 
     
    Bugün 62 ziyaretçi (734 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol