աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: musriklerin yeni tertipleri
      Bugün Ziyaretçi: 62
      Bugün Tıklama: 732
      Toplam Ziyaretçi: 136659
      Toplam Tıklama: 278216
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.145.173.144

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>musriklerin yeni tertipleri

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    musriklerin yeni tertipleri

    Müşriklerin Yeni Tertipleri

    Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûl-i Ekrem Efendimizi İslam’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de, yaptıkla­rına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.

    Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inanç­larımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, ba­balarımızın, dedelerimizin yan­lış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yap­maktan ve söylemekten alı­koy veya ara­dan çekil.”[1]

    Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih ede­cekti?

    Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.[2]

    Ebû Tâlib’e İkinci Şikayet

    İlk şikayetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Tâlib’e tekrar başvurdular: “Ey Ebû Tâlib! Sen, bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden bi­risin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik; fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedele­rimizi kötülemesine, bizi akıl­sızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulun­ma­sına asla tahammül edemeyiz! Sen, ya onu bunları ya­pıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok olun­caya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!”[3]

    Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı: Kavmi tarafından terk edilmek istemez­di; ama yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi! O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Re­sûl-i Ekrem’i (a.s.m.) yanına çağırarak, yalvarırcasına, “Kardeşimin oğlu! Kav­minin ileri gelenleri bana baş­vurarak, senin onlara dediklerini bana arz et­tiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağı­mız işleri üzerimize yükleme! Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten ar­tık vaz­geç!”[4]dedi.

    Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kav­mi içinde kendisine yegâne hâmîlik eden, Ebû Tâlib’ti. O da mı himâyeden vazgeçecekti?

    Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mah­zun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhâfızının Cenab-ı Hak olduğunu bil­menin gönül rahatlığı içinde amcasına ce­vabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki ey amca! Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol eli­me verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâ­kim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!”[5]

    Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendi­miz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası, onu nasıl yalnız ba­şına bırakabilirdi? Zâtına karşı böy­lesine muhabbet bes­lediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?

    Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriya’nın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâ­lib, “Yeğenim benim!” diyerek boynuna sarıldı ve “İşine de­vam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla herhangi bir şey­den dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!”[6]diye konuştu.

    Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib’in yeğinini her şeye rağmen ko­ruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle an­ladılar.

    Ebû Tâlib’e Başka Bir Teklif

    Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidayete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Baş­ka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Tâlib’e başvurarak şu teklifte bulundular:

    “Ey Ebû Tâlib! Sana Ku­reyş gençlerinin en güçlü, en kuv­vetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre b. Velid’i verelim; kendine evlat edin. Aklından, yardı­mından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşinin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin?”

    Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!” diye cevap verdi.

    Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar. “Bizim çocuklarımız” dediler. “Onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!”

    Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi o, si­zin çocuklarınızdan çok çok daha ha­yırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bu­lunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksi­niz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla müsaade edemem!”[7]diye konuştu.

    Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sadece Re­sû­lul­lah ve Müslümanlara değil, Ebû Tâlib’e de yönel­miş oluyordu!

    Kaderin garip tecellisine bakınız ki müşriklerin Ebû Tâlib’e karşı menfi tavır takınmaları, Hâşimoğullarının, Resûl-i Ekrem’i himâyelerine almalarına vesile oldu. Himâ­yeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb!

    Bu arada, Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekrem’in korun­ması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.

    Ebû Tâlib’in bu tarz vaziyet alışı, Ku­reyş müşriklerini şu kesin karara sev­ketti:

    Allah Resûlünün hayatına son vermek!

    Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram’a toplandılar. Bu­nu duyan Ebû Tâlib, Hâşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal on­larla Kâbe’ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. “Vallahi” dedi. “Yeğenim Muhammed’i öldürecek olur­sanız, biliniz ki sizden hiç kimse sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helâk olun­caya kadar peşinizi bırakmayız!”

    Ebû Tâlib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan da­ğıl­dılar.

    Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda Kâinatın Efendisi hak­kında şöyle di­yordu:

    “Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları ailesinin yoksulları ona sığınır­lar. Hâşimoğulları, onun sâyesinde nimetlere eriş­mişlerdir.

    “Ey Ku­reyş topluluğu! Beytullah’a yemin ederim ki siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça ger­çekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, ço­luk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa etmedikçe si­ze bırakmayız!”[8]

    Müşriklerin Yeni Tertipleri

    Bütün bu olup bitenlerden sonra, Ku­reyş müşrikleri, Peygamber Efendimi­zin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine bo­yun eğmeyeceğini anlamışlardı.

    Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnat ve iftiralar uy­dur­mayı tasarladılar. Hedef, Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini (hâşâ) na­zarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel ol­maktı!

    Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Muğîre etra­fında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet bahşeden iman, İs­lam davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ko­nuş­maya başladılar.

    Fikir babalarından biri olan Velid b. Muğîre, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Ku­reyşliler!” dedi. “İşte, hac mevsimi de gelip çattı. Arab kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Mu­hakkak onlar, şu adamımız Mu­hammed’in meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; ta ki aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”

    Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri, el­bette onları ina­nılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı; dolayısıyla, gelen halk üzerinde de pek te­sir­li olamayacaklardı.

    Ku­reyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususun­da da dinlemek iste­diler. “Sen” dediler. “Bize bu husus­taki görüşünü, ka­na­atini ve tedbirini de söyle; biz de ay­nısını söyleyelim ve aynı şekil­de hareket edelim!”

    Fakat Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğren­mek istiyordu!

    Ku­reyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: “‘Kâhindir’ de­riz.”

    Velid bu fikirlerine katılmadı. “Hayır...” dedi. “Vallahi, o, bir kâhin değil­dir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanış­ları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da... Ama biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!”

    Müşrikler, “O halde ‘Mecnun [deli]’ diyelim!” dediler.

    Velid, bu görüşe de itiraz etti. “Hayır...” dedi. “O, mecnun da değildir. De­lileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali, bir delininkine asla benzemiyor!”

    Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘Şâirdir’ deriz!”

    Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. “Hayır... O, şâir de değildir. Biz, şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bun­ların hiçbirine benzemez!”

    “O halde ‘Sihirbaz [büyücü]’ deriz!”

    Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. “Hayır, hayır! O, sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları...” diye konuştu.

    Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havâle ettiler. “O halde, ey Abdüşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle!” dediler.

    Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu. “Vallahi” dedi. “Onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağa­cıdır o!”

    Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele, kendilerini terk edip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki “Velid, dininden döndü!” diye söy­lenmeye bile başladılar.

    Ancak Velid’in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi it­ham ve iftiranın da­ha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını verdikten sonra, geri dönüp Ku­reyşlilere şöyle dedi:

    “Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleri­niz içinde yine akla en yakın olanı, ona ‘Sihirbaz’ demenizdir; çünkü o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki o söz evlatla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor!”[9]

    Bu görüş etrafında birleştiler. Artık Peygamber Efendimize (hâşâ) “Sihir­baz” diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisin­den uzak tutmaya çalışa­caklardı!

    Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde, Velid b. Mu­ğî­re’nin bu kurnazca tedbir ve plânından, “Kahrolası, ne biçim (söz) uydurdu!” buyurarak bahsedi­yor ve âkıbetini de şöyle ilan ediyordu:

    “Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğîre’yi] cehenneme sokacağım!”[10]

    Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir kâhin değildi; çünkü kâ­hinin sözleri karışık ve tahminîdir. Hâlbuki, onun söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi; karışıklıktan, tahminden uzak, ke­sinlik ifade eden sözlerdi.

    O, iddia edildiği gibi bir mecnun da değildi; çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının mükem­mel­liyetine şehâdet ediyor­lardı.

    Server-i Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de değildi; çünkü onun bahset­tiği parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!

    Cenab-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnat ve tertiplerinden sonra in­dirdiği vahiyle Resûlüne şöyle hitap etti:

    “O halde ey Resûlüm! Sen, öğüt ve nasihate devam et! Çünkü sen, Rabbinin (nübüvvet ve İslam) nimeti sâyesinde ne kâhinsin, ne de mecnun...”[11]


    _______________________________________________________________

    [1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 283-284; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
    [2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 473.
    [3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
    [4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220.
    [5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
    [6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 285; Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
    [7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Ke­sir, a.g.e., c. 1, s. 475.
    [8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 295.
    [9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 288-289; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 512-513.
    [10] Müddessir, 19-26.
    [11] Tur, 29.

    Yazar: 
     
    Bugün 62 ziyaretçi (732 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol