Tarih: 16 Mart 2025 | Günlerden: Pazar | Saat: 3:56:27
աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: kaza umresi
      Bugün Ziyaretçi: 5
      Bugün Tıklama: 9
      Toplam Ziyaretçi: 136745
      Toplam Tıklama: 278665
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      52.14.35.155

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

      Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler. (Enam-21)   Allah-u Teala, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.   Kusuru kendisine söylenmeyen adam, ayıbı hüner sanır.(Sadi Şiraz-i)

    Ravza-Radyo =>kaza umresi

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: 16 Mart 2025 |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    kaza umresi

    Kazâ Umresi

    (Hicret’in 7. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)

    Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın Kâbe’yi zi­yaret edip umre yapmalarına, Ku­reyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzala­nan Hudeybiye Antlaşması’yla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve ar­zularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

    Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslam’dan haberdar et­miş ve onları İslam’a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslami­yet­le mü­şerref olmuşlardı. Ayrıca Hay­ber’i fethederek, he­men hemen Arabistan Ya­rı­ma­dası’nda bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine İslamiye­tin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok ka­bileye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.

    Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin ifası zamanı gelmiş bu­lu­nuyordu.

    Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazır­lan­malarını emretti. Bu emre göre, Hu­dey­biye Seferi’ne katılmış bulunanlar­dan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.[1]

    O sırada Medine’ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diye­rek durumlarını arz ettiler.

    Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Me­dine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sadaka olarak neyi ve­relim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!”

    Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ne olursa... İsterse yarım hur­ma olsun!” bu­yur­du.

    Medine’den Ayrılış

    Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat’ı vekil bırakıp, umre için ha­zırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müs­lümanla Medine’den Mekke’ye, Beytullah’a doğru yola çık­tı.[2]Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca Ku­reyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma ge­reği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak ve o da kınına so­kulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Re­sû­lul­lah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabelerin na­zarından kaçmadı. Sordular: “Yâ Re­sû­lal­lah! Müş­riklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ah­din vardı. Hâlbuki, sen silah taşımaktasın!”

    Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: “Biz, bu silahları Harem’e, Ku­reyşlilerin ya­nına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduraca­ğız!”[3]

    Pey­gam­be­ri­mizin İhrama Girişi

    Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Mu­ha­cirlerin duyduk­ları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ede­ceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olma­dık eziyet ve işkencelerde bulunan Ku­reyş müşriklerine İslam’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!

    Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurban­lık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.[4]

    Artık etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadâ­la­rıyla adeta sarsılı­yordu:

    “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülk! Lâ şerike leke.”[5]

    Müşriklerin Korku ve Telâşı

    Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki yüz atlı birliği ve be­raberinde götürdükleri silahlar, Mer­ru’z-Zehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.

    “Nedir bunlar?” diye sordular.

    Muhammed b. Mesleme, “Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) süvarileridir” dedi ve de­vam etti: “Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!”[6]

    Adamlar şaşkına döndüler ve son sürat yol alarak haberi Mekke’ye ulaştır­dılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. “Muhammed, üzerimize yürüyor!” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

    Gerçi Hz. Re­sû­lul­lah, Hendek Harbi’nden sonra, “Artık onlar bizim üzeri­mize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!” buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kâbe’yi ta­vaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

    Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adam­larını gönderdiler.

    Peygamber Efendimiz, Merru’z-Zehran’da

    Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslü­manlarla birlikte Merru’z-Zehran’a geldi. Oradan bütün silahları Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.[7]

    Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye’cec’de

    Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mev­kiine vardı.

    Bu sırada Ku­reyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed!” dediler. “Her­halde sana, bizim küçük veya büyük her­hangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş de­ğil­dir. Buna rağmen, Harem’e, kavminin yanına, böyle silah­lı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silahı olan kın­la­rına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin.”

    Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: “Harem’e kınlarında sokulu kı­lıçlardan başka silahla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişim­dir! Fakat silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!”

    Ku­reyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: “Senden bekle­nen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!”[8]

    Mekke’nin Boşaltılması

    Durum, temsilciler tarafından süratle Ku­reyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemi­ren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurani bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Ku­reyşliler, Mekke’yi boşalttılar.[9]

    Peygamber Efendimiz, Mekke’de

    Hz. Re­sû­lul­lah, müstesna bir ihtişam ve vakarla, devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları an­dırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazzama’ya, Beytullah’a yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” nidâları Mek­ke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurani sadâya cevap veri­yor­lar­dı. Müşrikler ise bu kuytu yerlerde, dağ başlarında adeta bu ulvî sa­dâya kulak­larını tıkamış, bu haşmetli man­zara karşısında gözleri­ni kapatmışlardı.

    Kasvâ’nın yuları Şâir Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Hz. Re­sû­lul­lah’ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

    “Ey kâfir oğulları! Re­sû­lul­lah’ın yolundan çekiliniz!

    “Rahmân olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair ayetler indirdi.

    “Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.

    “En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”[10]

    Bu ulvî ve nurani manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, tel­bi­ye­lerle Beytullah’a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram’a girince, omuz ih­ramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde göste­recek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yarlıgasın, esirgesin!”[11]bu­yurdu.

    Sonra, sahabelere, Kâbe-i Muazzama’yı üç kere koşa ko­şa ve omuzlarını sil­ke silke tavaf etmelerini emretti[12]Zira, Ku­reyş müşrikleri, “Yanımızdan çı­kıp gittikten sonra Mu­hammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!” şek­linde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyor­lardı.

    Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da ashab-ı kirama güçlü ve kuvvetli gö­rünmelerini emrediyordu.

    Kâbe’yi Tavaf

    Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde idi. Kas­vâ’nın yuları ise Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Sahabeler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.

    Peygamber Efendimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istîlâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.

    Ashab-ı güzin, tavafın ilk üç devresinde, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, hız­lı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.

    Abdullah b. Revâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye de­vam ediyordu:

    “O Allah’ın ismiyle başlarım ki dininden başka gerçek din yoktur O’nun...

    “O Allah’ın ismiyle başlarım ki Muhammed Resûlüdür O’nun!

    “Çekilin, ey kâfir oğulları, Re­sû­lul­lah’ın yolundan!”[13]

    Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

    “Ey İbni Ravaha! Sen, Re­sû­lul­lah’ın önünde, Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.

    Hz. Ömer’e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ey Ömer! Ona mani olma! Vallahi, onun sözleri, bu Ku­reyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok te­sirlidir”[14]diye­rek cevap verdi; sonra da Ab­dullah b. Revâha’ya dönerek, “De­vam et, devam et, ey İbni Ra­vaha!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu.[15]

    Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Ab­dullah b. Re­vâha’ya, “Allah’tan başka ilâh ve mâbud yoktur. bir olan O’dur, vaadini ger­çekleştiren O’dur, bu kuluna nusret veren O’dur, askerlerine kuvvet veren O’dur, toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur”[16]meâ­lin­deki duayı okumasını emretti.

    Ashab-ı kiram da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın öğrettiği bu duayı hep bir ağız­dan söylemeye başladılar.

    Müşriklerin Şaşkınlığı

    Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Re­sû­lul­lah Efendimizle ashab-ı kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çık­mışlardı.

    Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama’yı üç ke­re tavaf ettiklerini görünce, “Demek, Medine’nin humması, sıtması onları za­yıf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye ka­naat etmeyip, silkine silkine koşu­yor­lar!” diyerek şaşkınlık ve hay­retlerini izhar etmekten kendilerini alamadı­lar.[17]

    Sa’y Yapılması

    Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbra­him’de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ tepe­sine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de, sa’y tamamlandıktan sonra da kur­banların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Re­sû­lul­lah’la bir­likte kurban­larını kestiler. Yine burada, ashaptan Hırâş b. Ümey­ye, Resûl-i Ek­rem Efendimizin başını kazıdı. Sahabe­ler de baş­larını traş ettiler.[18]

    Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferi’nden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!

    Hz. Bilâl’in Ezan Okuması

    Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek is­tedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu!” diyerek müsaade etmediler.

    Öyle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygam­ber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünü­yorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nâhoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsa­nın­da bulunmuştur!” dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, “Şü­kür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!” di­yerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükür­ler olsun Allah’a ki babamı öl­dürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine di­kilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diye­rek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü ka­payanlar da görülüyordu.[19]

    Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar eder­ken, ashab-ı kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle nama­zı burada eda edildi.

    Hz. Meymûne’nin Pey­gam­be­ri­mize Nikâhlanışı

    Asıl ismi “Berre” olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Ab­bas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Cafer’in hanımı Es­mâ’nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.[20]

    Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip kon­duğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendi­mize, “Yâ Re­sû­lal­lah! Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu. Peygamber Efen­dimiz de bu teklifi kabul etti.[21]

    Resûl-i Ekrem, henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’­ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Re­sû­lul­lah’­ındır!” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı.[22]

    Hz. Abbas da, bunun üzerine, Pey­gam­be­ri­mizden dört yüz dirhem me­hir alan Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.[23]

    Pey­gam­be­ri­mizin, Mekke’de Biraz Daha Kalmak İsteyişi

    Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne’yle evlenmesin­de Ku­reyş müşrikle­riyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zira, bir müddet daha kalıp Ku­reyşlilerle konuşma fırsatını el­de etmek için bunu vesile kıl­mak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahe­desi’ne göre tespit edi­len kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendi­miz, Ku­reyş ileri gelenlerine, “İsterseniz, ailemle ev­lenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim” diye teklifte bulundu. Fakat Ku­reyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Pey­gam­be­ri­mizden Mekke’­den çıkıp git­me­sini istediler.

    O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde vardı. Ku­reyş temsilcilerinin Resûl-i Kib­ri­ya Efendimize sert ko­nuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr’a, “Bu­ra­sı ne senin, ne de babanın top­rağıdır. Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) buradan an­cak anlaşma hük­mü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez” di­yerek çıkıştı.

    Bunun üzerine Ku­reyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.

    Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular.[24]

    Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca!

    Hudeybiye Antlaşması gereğince, Mekke’de kalma müd­de­ti olarak tayin edi­len üç gün dolmuştu.

    Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine muhalif düşme­mek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzama’yı terk etmek zorunda kalıyordu. As­lın­da bu bir manada uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına günbe­gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla bir­likte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

    Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki birçok ak­rabasıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlerini ve İslam ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurani bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde iman ve İslam’a karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Adeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti!

    “Amca! Amca!”

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: “Amca! Amca!”

    Dönüp baktılar. Sesin sahibi, “Şehitlerin Efendisi” Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından!” ifadesi ve manası vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma!” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.

    Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.[25]

    Pey­gam­be­ri­miz, Serif’te

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Mey­mû­ne’yle evlendi.[26]

    Medine’ye Dönüş

    Peygamber Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.[27]

    Hz. Hamza’nın Kızı Ümâme’nin Hz. Cafer’e Teslim Edilmesi

    Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye geti­ri­lince, üzerinde münakaşa çıktı.

    Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetin­den sonra Hz. Hamza’nın çocuk­larının velisi ve vasîsinin kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını gö­rüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.

    Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!”

    Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Am­camın kı­zını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben be­nim kadar yakın de­ğilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”

    Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Re­sû­lul­lah’a kalmıştı:

    “Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kar­deşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benze­yensin!” dedikten sonra, kararı şöyle verdi:

    “Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine ni­kâhlanıp gelemez!”[28]

    Hz. Re­sû­lul­lah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürü­meye başladı.

    Resûl-i Ekrem, “Ey Cafer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kim­seden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!”[29]


    _______________________________________________________________

    [1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 120.
    [2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 120.
    [3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
    [4]İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem...
    [5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
    [6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
    [7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
    [8]Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
    [9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 436; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 780.
    [10]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
    [11]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13.
    [12](Şeriat örfünde buna “remi” denir.) İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
    [13]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
    [14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 784.
    [15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
    [16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
    [17]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
    [18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
    [19]Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
    [20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 137; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1915-1916.
    [21]İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., c. 4, s. 1916.
    [22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 132; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
    [23]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 439.
    [24]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 433; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 783.
    [25]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 171; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
    [26]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133-134.
    [27]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
    [28]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 159-160.
    [29]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 160
     

    Yazar: 
     
    Bugün 5 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol