աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: Cuma Gunu ve Namazi
      Bugün Ziyaretçi: 56
      Bugün Tıklama: 590
      Toplam Ziyaretçi: 136653
      Toplam Tıklama: 278076
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.23.102.227

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>Cuma Gunu ve Namazi

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    Cuma Gunu ve Namazi

    Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah (c.c.)'a hamd olsun. Salatü selam alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve tüm inananlarin üzerine olsun.

    CUM'A NAMAZI ve CUM`A GÜNÜ

     Cum'a günü öğlen namazı vakti içinde bir hutbeden sonra
    cemaatle ve cehren kılınan iki rekat farz-ı ayn namaz. Cum'a Arapça bir isim
    olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir. Sözlükte
    cumua ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi
    arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz
    namazın da adıdır. Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları
    sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li
    Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98).

    Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler
    şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir,
    XVIII, 99). Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına
    gelmektedir. Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar",
    "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi.
    Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu
    bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz.
    Peygamber'in (s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir. İbn Sîrîn'den gelen bir
    başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de
    bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz.
    Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce
    Medineliler cum'a namazı kılmışlardı." Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her
    yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma
    günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler.

     Bunun üzerine:
    "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu
    arube: günü yapalım." demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında
    toplandılar, Es'ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz
    etti. Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti,
    ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a
    Suresi, 62/9) İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde
    kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün
    namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir." der.

     İbn Huzeyme'nin
    Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.)
    Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve
    Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) "Senin atan Âdem
    (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir
    araya getirildi." buyurmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste
    de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (a.s.) o gün
    yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet
    Cum'a günü kopacaktır." buyurulmuştur. (Müslim, Cumua, 5)

    Diğer bir rivayette
    de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "..O gün tövbesi kabul
    olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka
    hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar
    -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün
    içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz
    kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin. " İbn Hacer'e
    göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz
    kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün
    olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip
    görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin
    verilmiş olabileceği kanaatindedirler.

    İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü
    desteklemektedir: "Rasûlullah (s.a.s.), hicret etmeden önce Cum'a namazının
    kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı.
    Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş
    olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları
    güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra
    Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin." Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de
    ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar
    sürdürmüştür." (Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn
    Sa'd, Tabakat, III, 118). Mus'ab (r.a.)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin
    sayısı, oniki idi.

    İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde,
    orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali
    uzaktır. Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek
    olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi.
    Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o
    sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir.
    Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce
    Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir.
    Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda
    cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz. Diğer
    taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği
    gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur. Bu durum ise
    bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır.

    Namaz
    için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı
    halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur. Demek oluyor ki bazı
    hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü
    pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar
    bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı
    olabilir. Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr
    oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın,
    Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri üzerine Cum'a namazı
    kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (s.a.s.)
    emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir.

     Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kıldırdığı ilk
    Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber
    (s.a.s.) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına
    misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba
    Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı.
    Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk
    defa Cum'a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a
    namazıdır. Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine haricinde
    ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir.
    İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir
    yeri ve değeri vardır. Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş,
    fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir.

    Ebû Hüreyre'den Allah
    Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap verilenlere
    göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın
    kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize
    gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahudilerin, daha
    ertesi gün ise hristiyanlarındır. " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no:
    856. Müslim'in lafzı az farklıdır). Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet
    edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği
    sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu.
    Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o
    günde olacaktır.

    Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda
    dua edenin duası kabul olunur. " (Ahmed b. Hanbel, İstanbul 1981, II, 311) "Her
    kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte
    yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir
    sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş
    gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur.
    Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum'a
    namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı
    dinlerler. " (Müslim, Cumua, 2, hadis no: 850)

    Cum'a namazını terk edenler için
    de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım insanlar ya Cum'a
    namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık
    gafillerden olurlar. " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865) "Her kim önemsemediği
    için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. " (Ebû Davûd, Salât
    210) "Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya
    koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi
    dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur. "
    (Buhârî, Cumua, 6) Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile
    sabittir. Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde

    Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

    "Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa
    koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. " İbn
    Mâce'de mevcut Hz. Câbir (r.a.)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın
    farziyyetinin sünnetle delilidir: "Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe
    ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız.
    Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle
    sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem
    rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz
    ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda
    sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam
    edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı
    bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah,
    onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın.
    Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne
    orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar. Artık kim tövbe ederse,
    Allah, onun tövbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe
    imam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne
    geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir
    zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın. "
    (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081).

    Hz. Peygamber'in Benu
    Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu
    söylenir. Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir. Cum'a âyetinin
    Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum'a hutbesi
    için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan
    kölesinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun
    üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.)
    hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses
    çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur.

     Bu hâdise Hz.
    Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur.
    Peygamber (s.a.s.) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara
    döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu. Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha"
    denir. Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd ve
    senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan
    sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet
    getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı. Cum'a namazının
    ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun
    sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için,
    Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve
    Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş
    oluyordu. Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu
    rivâyet edilmiştir. Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında bu
    şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin
    nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde
    tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan
    okutturulmağa başlandı.

    Bu ezan Zavra'da okunuyordu. Hz. Osman'ın okuttuğu bu
    ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı. Kendisinden seksen
    sene sonra Hişam b. Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin
    Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını
    emretti. Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü
    yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki
    rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle
    namazını dört rek'at olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl,
    büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları
    vardır. Cum'a Namazının Farz Olmasının Şartları Cum'a namazı; namaz, oruç, hac,
    zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından "kapalı anlatım (mücmel)" özelliği
    olan bir terimdir. Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve
    sahabe açıklamalarına ihtiyaç gösterir. Çünkü Allah elçisi "Namazı benim
    kıldığım gibi kılınız" (Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur.

    Câbir b.
    Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti: "Allah'a ve
    âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın
    ve hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H. No: 1067; Dârakutnî, II,
    3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her müslüman
    erkek bu namazla yükümlü demektir. Buna göre şartlar şöyledir: A) Erkek olmak:
    Cum'a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu
    yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez (es-Serahsî, II, 22, 23; İbn
    Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I, 591, 851-852). B)

    Hür olmak: Hürriyetten yoksun
    bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum'a günü öğle namazını
    kılmaları yeterlidir. Cum'a namazı farz değildir. Ancak anlaşmalı (mükâteb)
    kölelerle, kısmen azad edilmiş kölelere farzdır. Kendisine Cum'a namazı farz
    olmayan köle esir veya mahkumlar her ne sûretle olursa olsun, Cum'a'yı kılmış
    olsalar, sahih olur. C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum'a namazı farz değildir. Çünkü
    o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır. Eşyasını
    koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir. Bu sebeple ona bazı
    kolaylıklar getirilmiştir. D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak: Namaza
    gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum'a farz
    olmaz. Yine, hasta bakıcı, aciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve
    müslümanlar Cum'a'yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan
    emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla
    yetinirler. Ancak bu kimseler cemaatle Cum'a namazına katılırlarsa yeterli olur
    (es-Serahsî, II, 22, 23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I, 417) Ayrıca, düşman
    korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum'a
    namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir. Körün, elinden tutup camiye götürecek
    kimsesi olursa, Cum'a'yı kılması İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre farz olur.
    Üzerlerine Cum'a namazı kılması farı olmayan müslüman kimseler, Cum'a'yı kılmaya
    imkan bularak kılsalar, vaktin farzını eda etmiş olurlar, artık o günün öğle
    namazını kılmaları gerekmez. Cum'a namazı kılmaları farz olmayan kimseler,
    bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil,
    yalnız başlarına kılarlar.

     Bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınmıyor ise,
    öğle namazlarını cemaatle kılabilirler. Cum'a namazının sahih olması için
    gerekli şartlar (edasının şartları) Kılınan bir Cum'a namazının geçerli olması
    için aşağıdaki şartların bulunması gerekir: A) Cum'a Kılınacak Yerin Şehir veya
    Şehir Hükmünde Olması Bu şart, bazı nakillere ve sahabe uygulamalarına dayanır.
    Hz. Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Cum'a namazı, teşrik tekbirleri,
    Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda eda
    edilir. İbn Hazm (ö. 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş,
    Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz. Ali'den
    rivâyet etmiştir. Hz. Ali'nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir
    delil sayılmıştır.(Abdurrezzak, el-Musannef, III,167-168, H. No: 5175, 5177; İbn
    Ebi Şeybe bunu Abbad b. el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve
    İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu'l-Hümam, a.g.e., I, 409). Bu konuda
    rivâyet edilen nakillerde geçen "kalabalık şehir" sözü İslâm hukukçularınca
    şöyle tarif edilmiştir: Ebû Hanife (ö. 150/767)'ye göre valisi, hâkimi, sokak,
    çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri "kalabalık şehir" niteliğindedir.
    Ebû Yusuf (ö. 182/798), halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan
    yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö. 189/805), yöneticilerin şehir olarak
    kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder.

    İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn
    Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk
    adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin
    oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum'a namazı farz
    olur (es-Serahsî, a.g.e. II, 24, 25; el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh
    ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (t.y.) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî,
    el-İhtiyâr, Kahire (t.y.) I, 81). İmam Mâlik (ö. 179/795)'e göre, mescidi ve
    çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır.

    Köy ve şehir kelimeleri eş
    anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez. Cum'a namazının küçük
    yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller
    şunlardır: 1) Ebû Hüreyre (ö. 58/677), Bahreyn'de görevli iken Hz. Ömer'e Cum'a
    namazının durumunu sormuş, Hz. Ömer kendisine; "Nerede olursanız olunuz, Cum'a
    namazını kılınız" şeklinde cevap vermiştir. 2) Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720),
    komutanı Adiy b. Adiy'e yazdığı mektupta, (ahalisi) "çadırda yaşamayan herhangi
    bir köye gelince: orasının halkına Cum'a namazı kıldıracak bir görevli tayin et"
    demiştir. 3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında
    Cum'a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir
    bulunmadığını belirtir (es-Serahsî, a.g.e., II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih
    Terc. ve Şerhi, III, 45, 46). 4) İbn Abbas, Medine'deki Peygamber mescidinden
    sonra ilk Cum'a namazının Bahreyn'de "Cuvâsâ" denilen bir köy (karye) de
    kılındığını söylemiştir (Buhârî, Cum'a, II, (I. s. 215); Bağavî, a.g.e., IV,
    218; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., I, 409)

    Cum'a namazının büyük yerleşim merkezlerinde
    kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle
    değerlendirmişlerdir: 1) Hz. Ömer'in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve
    sahralarda Cum'a namazı kılınamayacağı bilindiği için, "hangi şehirde
    bulunursanız bulunun, Cum'a namazı kılın" şeklinde anlaşılmıştır. 2) Ömer b.
    Abdülaziz'in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır. 3)
    Kendilerinde Cum'a kılındığı bildirilen "Eyle", Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli
    bir iskele, "Cuvasâ" da Bahreyn'de Abdulkays'a ait bir kaledir. Buraları "köy
    (karye)" olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri
    bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar (Ahmed Naim, a.g.e., III, 46).

     İbn
    Abbas'ın sözünde, Cüvâsâ için, "köy" denilmesi, o devirlerde buranın "şehir"
    sayılmasına engel değildir. Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında
    da kullanılıyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu anlamda kullanılmıştır. Bu Kur'ân,
    iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Âyetteki
    "iki köy (karye)" den maksat Mekke ile Tâif'dir.

    Diğer yandan Mekke şehrine "Ümmü'l-Kura
    (köylerin anası)" adı verilmiştir (Şürâ, 42/7). Mekke'nin şehir olduğunda şüphe
    yoktur. Cuvâsa da bir kale olduğuna göre: hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır. Bu
    yüzden es-Serahsî (ö. 490/1097), Cuvâsâ için eş anlamlısı olan "şehir (mısr)"
    kelimesini kullanır (es-Serahsî, a.g.e, II, 23) Abdurrezzak, Hz. Ali'nin Basra,
    Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen'le Yemâme'yi şehir (mısr)
    kabul ettiğini belirtir (Abdurrezzak, a.g.e., III, 167) Ebû Bekir el-Cassâs (ö.
    370/980), "Eğer Cum'a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi,
    insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevatüren nakledilirdi" der ve Hasan'dan,
    Haccac'ın şehirlerde Cum'a'yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder. (el-Cassâs,
    Akhâmu'l-Kur'ân V, 237, 238) İbn Ömer (ö. 74/693), "Şehire yakın olan yerler,
    şehir hükmündedir" derken, Enes b. Mâlik (ö. 91/717), Irak'ta bulunduğu sırada
    Basra'ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikâmet eder ve Cum'a namazına kimi
    zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi.

    Bu durum onların Cum'a'yı yalnız şehir
    merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder. (el-Cassâs, aynı yer) Uygulama
    örnekleri: a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum'a namazı yalnız Medine
    şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze
    gelmişlerdir. Hz. Âişe (ö. 57/676)'den, şöyle dediği nakledilmiştir:
    "Müslümanlar Hz. Peygamber devrinde Medine'ye Cum'a namazı için yakın menzil ve
    avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi" Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi de
    mektir. Avâlî ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine'ye yaklaşık 2-8 mil
    uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir. Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe
    Cum'a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum'a namazı farz değildi. Aksi
    halde kendi yörelerinde Cum'a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin
    Medine'ye gelmesi gerekirdi. Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar'a, Medine'de
    Cum'a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir. Kuba, o devirde
    Medine'ye iki mil uzaklıktadır.

    b) Hulefâ-i râşidîn döneminde bir takım ülkeler
    fethedilince, Cum'a'lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır. Bu uygulama,
    onların "şehir (büyük yerleşim merkezi)" olmayı Cum'a'nın sıhhat şartı
    saydıklarını gösterir. Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum'a namazı sebebiyle
    terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir. Kesin nass ise,
    Cum'a'nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir. Cum'a İslâmî prensip
    ve emirin en büyüklerindendir. Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir. (es-Serahsî,
    a.g.e., II, 23; el-Kâsânî, a.g.e., l, 259; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 51)
     

    Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek
    mümkündür. a) Şehir ve kasabalar: Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek
    ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği sağlayacak
    zabıtası bulunan her yerleşim merkezi "şehir"dir. Sonraki İslâm hukukçularının
    eserlerinde" yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma" özelliği üzerinde
    durulmamıştır. Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır. Böyle
    bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse "musallâ (namazgâh)" denen yerlerinde
    Cum'a namazı kılınabilir. Bunda görüş birliği vardır (İbn Âbidin, a.g.e., I,
    546, 547 vd.) Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır. Bunların
    durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine'nin durumuna
    benzer. b) Şehir hükmünde olan yerler: En büyük mescidi, Cum'a namazı ile
    yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de "şehir"
    hükmündedir.

    Bu, Ebû Yûsuf'un şehir tarifine uygundur. Sonraki İslâm
    hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir. Bu yerler resmi bir görevli
    bulununca, İmam Muhammed'in şehir tarifine de uygun düşer (es-Serahsî, a.g.e.,
    II, 23, 24; el-Kâsânî, a.g.e., 259, 260; el-Mavsılî, a.g.e., I, 81; el-Cezirî,
    a.g.e., I, 378, 379). Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler
    de şehir hükmünde olur. B) Devletin İzninin Bulunması Cum'a namazının sahih
    olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi de İslâm hukukçularınca
    tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini
    savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek,
    konuyu değerlendirmeye çalışacağız. 1) Hanefilerin görüşü: Hanefi hukukçularına
    göre, Cum'a namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve
    İbn Ömer'den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu
    hadistir: "Kim Cum'a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adaletli ve
    câir (zâlim) bir imamı (önderi varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek
    terkederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin" (İbn
    Mâce, İkâme, 78) İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah
    b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini
    naklettikten sonra şöyle der:

    Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir.
    Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O'nun biyografisini bulamadım.
    Geri kalan râviler güvenilir. (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170) Bu hadiste,
    Cum'a'nın farzolması için adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması
    öngörülmüştür. Cum'a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap
    edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin
    alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cum'a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref
    vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları
    cemaatin namazını engelleyebilir. Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak
    istemesi, Cum'a'dan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri
    çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da
    Cum'a'nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir. Ancak yöneticiler
    Cum'a'ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz
    kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak Cum'a
    namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz.
    Osman, Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz. Ali'nin
    arkasında toplanmış ve o da Cum'a namazını kıldırmıştır. (el-Kâsânî, a.g.e., I,
    261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, a.g.e., I, 540)

     Bilmen, bunun
    dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm
    İlmihali, İstanbul 1985, s. 162) Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum'a
    namazı kıldırmaları gerekli midir?. İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri Cum'a
    namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması
    şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar" (Ahmed
    Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s. 48)

     Burada şunu belirtelim ki, yukarıda
    kaydettiğimiz hadisten imam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum'a namazı
    kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili
    bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına
    rağmen" Cum'a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya
    kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa Cum'a namazı kılamazsınız"
    demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor.
    İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa
    tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir
    istidlâl olur. İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum'a
    namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan
    imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur.

    Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî
    mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği
    bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle
    bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması
    gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki,
    veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması
    zekât'ın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve Cum'a'ları kıldırmak."
    ifadeleri ise hadis değildir. Fethu'l-Kadir'de (II, 412) bunun İmam Hasan el-Basrî'ye
    ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne"
    adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu
    kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil
    edebilecek nakli bir detil elde mevcut değildir.

     Bu konuda ileri sürülen bu
    şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.
    Veliyyü'l-Emr yoksa Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun
    gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında en azından zâlim de olsa- bir
    yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul
    etmesi ise onun, müslümanların veliyyü'l-emr'i olarak görülmesinin asgarî
    şartıdır. Yani müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında
    yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı
    olamaz. Bu durum günümüzün müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla bir
    yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız Cum'a namazının hükmü nedir? Diye
    başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım soruları daha
    sordurmaktadır. Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vakıa olarak
    yaşıyan bizleri, İslâm fakihleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde
    müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması
    gerektiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca
    bir göz atalım:

    Bu konuda İbn Nüceym der ki: "Şayet hiç bir şekilde kadı veya
    ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (Cumu'a
    namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar,
    zaruret dolayısıyla caizdir." (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55). Buradaki:
    "zaruret dolayısıyla caizdir" ifadesi üzerinde kısaca duralım: Anlaşılıyor ki,
    Cum'a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi
    tavsiye edilen bir durum değildir. Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların
    gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zaruret hükümleri ile amel etmek söz
    konusudur. İşte halifesiz ve İslâm hükümlerini tatbik eden mahkemelerin
    varolmaması hallerinde de bu zaruretlerle amel etmeyi engelleyecek herhangi bir
    durum yoktur. Çünkü bilindiği gibi kadı (yani İslâm hükümlerini tatbik eden
    hâkim) ile halifenin varlığı, İslâmî hükümlerin yürürlükte olmasının en belirgin
    gerekleri ve dışa yansıyan yönleridir.

     Bunların varolmamaları halinde, İslâmî
    hükümlerin devlet düzeyinde uygulanabilmeleri sözkonusu değildir. Şayet bu
    durum, Cum'a namazını kılmamayı gerektirecek bir hal olsaydı, İbn Nüceym gibi
    eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim: "Zaruret dolayısıyla caizdir" gibi bir
    ifade kullanmaz, "Cum'a namazı sâkıt olur" demesi gerekirdi. O zaman da konunun
    gereğinden, İslâmî olmayan yönetimlerin çatısı altında bulunulan hallerde söz
    edilmezdi.

     
    Bugün 56 ziyaretçi (590 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol