աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: peygamberimizin bir ay hanimlarindan uzak kalmasi
      Bugün Ziyaretçi: 69
      Bugün Tıklama: 887
      Toplam Ziyaretçi: 136666
      Toplam Tıklama: 278371
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      13.59.79.237

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>peygamberimizin bir ay hanimlarindan uzak kalmasi

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    peygamberimizin bir ay hanimlarindan uzak kalmasi

    Peygamberimizin, Bir Ay Hanımlarından Uzak Kalması

    Hicret’in 9. senesinde, İslam nuru bütün haşmetiyle Arabistan Yarıma­dası’nı kucaklamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elinde artık birçok maddî imkân vardı. İslam devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.

    Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Re­sû­lul­lah sâde haya­tın­dan ayrılmıyor, mütevazı yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye ilti­fat etmiyordu.

    Fakat Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziy­net ve dünya malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetin­den, bol nimetler içinde yaşamaktan nasip­le­rini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Pey­gam­be­ri­mizin etrafında toplanarak, “Bizler de başka ka­dınların istedikleri ziynetleri isteriz!” derlerdi; sonra da her biri birtakım arzu­larda bulunurdu.

    Fakat Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâ­de bir hayat sürmelerini ve buna râzı olmalarını arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müspet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvac-ı Tâhirat’ın bu tarz is­tek­lerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.

    Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımla­rı­nı dolaşır, onların hal hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sı­ra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer bütün hanımları da topla­nır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.

    Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat’ın her biri, yanlarında bulunanlar­dan kendilerine ikram ederlerdi.

    Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş validemize bir tulum bal hediye geti­rilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem’e çok sevdiği bu baldan şer­bet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her za­mankinden fazla kalırdı.

    Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye baş­la­dı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şer­be­ti olduğunu öğrendi.[1]

    Hz. Âişe’nin Tâlimatı

    Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hatta bu yüz­den Pey­gam­be­ri­mizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Safiyye ve Hafsa (r. an­hünne), Hz. Âişe’nin tarafını; Ümmü Seleme ile Ümmü Habi­be, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz. Zeyneb bint-i Cahş’ın grubunu teşkil ediyorlardı.[2]

    Resûl-i Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe, gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu tâlimatı verdi:

    “Re­sû­lul­lah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Megâfir mi yediniz?’ Re­sû­lul­lah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabii ki o; ‘Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti’ cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, ‘Demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ deriz.”[3]

    Megâfir, “mağfur”un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapış­kan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.

    Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bil­diği için bu tarz bir tâlimatta bulunmuştu.

    Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, “Yâ Re­sû­lal­lah! Megâfir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı.

    Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi.

    Hz. Hafsa, “O halde bu koku ne?” diye sordu.

    Peygamber Efendimiz, “Zeyneb bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim” buyurdu.

    O zaman Hz. Hafsa, “Demek ki o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış” dedi.

    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem!” diyerek yemin etti. Sonra da, “İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe’ye ne de) başka bir kimseye duyurma” diye buyurdu.[4]

    Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf “hanımlarını memnun etmek ve arala­rın­daki iki hizb halinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kışkançlığının aile ni­zamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebni”[5]olarak, ken­disine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş olu­yor­du.[6]

    Bunu, verdiği birkaç sırla[7]birlikte gizli tutmasını Hz. Haf­sa’ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hatta ondan bu hususta söz aldı.

    Pey­gam­be­ri­mizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu ayet-i kerime nâzil oldu:

    “Ey Resûlüm! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Ga­fûr’dur, Rahîm’­dir.”[8]

    Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem’in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en çok an­laştıkları Hz. Âişe’ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.

    Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenab-ı Hak, Resûlüne vahiyle bildirdi: “Hani Peygamber, kadınlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi. Allah da onu Peygambere açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı nazar etti. Re­sû­lul­lah ka­dına ifşa ettiğini söyleyince kadın, ‘Onu sana kim haber verdi?’ diye sordu. O da, ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!’ bu­yur­du.”[9]

    Bunun üzerine Hz. Re­sû­lul­lah, Hz. Hafsa’ya serzenişte bulundu. Hz. Âişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.

    Pey­gam­be­ri­miz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıs­kanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.

    Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çeke­memezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti;[10]bu yemininden sonra da, Meşrebe diye anı­lan çardakta tek ba­şına yatıp kalkmaya başladı.[11]

    İşte, bu hadiseye “İ’lâ Hadisesi” denir. “İ’lâ”nın lügat mana­sı “mut­lak ye­min”dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak üzere hanı­mına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.

    Ashab-ı Kiramın Telâşı

    Peygamber Efendimizin Meşrebe’de yalnız başına kaldığını duyan sahabe­ler, “Hanımlarını boşamıştır” zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöy­le anlatır:

    “Medine’nin Avali semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Re­sû­lul­lah’ı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.

    “Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çal­dı. Telâşla açtım.

    “‘Ne var?’ diye sordum.

    “‘Büyük bir felâket!’ dedi.

    “‘Ne oldu?’ dedim, ‘Gassanîler, Medine’ye hücuma mı geç­tiler?’

    “‘Hayır!’ dedi. ‘Daha fena bir şey vuku buldu. Re­sû­lul­lah, zevcelerini bo­şa­mış!’

    “Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve Me­dine’ye indim. Hafsa’nın yanına vardım. Ağlı­yordu.

    “Ne diye ağlıyorsun?’ dedim, ‘Ben, seni bundan (Re­sû­lul­lah’a karşılık ver­mekten, kendisinden bir şey iste­mek­ten) sakındırmamış mıydım?’

    “Sonra sordum: ‘Allah Resûlü, sizleri boşadı mı?’

    “‘Bilmiyorum’ dedi.

    “‘Re­sû­lul­lah şimdi nerede?’ diye sordum.

    “‘Şuradaki Meşrebe’de... İnzivaya çekilmiş’ dedi.

    “Kalktım, Re­sû­lul­lah’ın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.

    “‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Re­sû­lul­lah’ın yanına girmem için izin iste!’

    “Rebah içeri girip çıktı; ‘Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söyle­me­di’ dedi.

    “Dönüp mescide gittim. Ashab-ı kiramdan bazıları min­berin etrafında üz­gün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat ca­nımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Re­sû­lul­lah’ın odasına tekrar yaklaştım.

    “Rebah’a, ‘Ömer’in içeri girmesi için izin iste!’ dedim.

    “Köle içeri girip çıktı; ‘Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.

    “Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.

    “Yine Re­sû­lul­lah’ın bulunduğu odaya yaklaştım.

    “Sesimi yükselterek, ‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Ben, Re­sû­lul­lah’ı görmek istiyo­rum! Müsaade iste! Şayet Re­sû­lul­lah benim Hafsa lehinde tavassutta buluna­cağımı zanne­di­yor­sa, yemin olsun ki eğer Re­sû­lul­lah emrederse onun boy­nu­nu uçururum!’

    “Rebah içeri girdi. Çıkınca, ‘Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.

    “Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: ‘Gir, artık sa­na izin verdi!’

    “İçeri girdim. Allah Resûlüne selam verdim. Hasırdan örülü bir yatak üze­rinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor idi. Etra­fıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yan­da asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.

    “Re­sû­lul­lah, ‘Niçin ağlıyorsun?’ diye sordu.

    “‘Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevkü sefasını sürerken, siz Allah’ın en sev­gili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!’

    “Re­sû­lul­lah, ‘Ey Hattab’ın oğlu Ömer!’ dedi. ‘Dünya nimetinin onların, ahiret saadetinin de bizim olmasına râzı değil misin?’

    “Sonra, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Kadınlarını boşadın mı?’ diye sordum.

    “Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, ‘Hayır!’ buyurdular.

    “Bu cevap karşısında birdenbire, ‘Allahü ekber!’ dedim, ‘Bütün ashap keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?’

    “Re­sû­lul­lah, ‘Olur’ dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.

    “Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım: ‘Re­sû­lul­lah, kadınlarını boşamamıştır!”[12]

    Re­sû­lul­lah’ın Meşrebe’den Ayrılışı

    Bir ay dolunca, Re­sû­lul­lah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye baş­ladı. Bu sırada şu ayet-i kerime nâzil oldu:

    “Ey Nebiyy-i Zîşan! Zevcelerine de ki:

    “‘Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin râzı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salı­vereyim!

    “‘Ve eğer, siz Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu mu­rad ederseniz, Allah’ı ve Resûlünü râzı etmiş olursunuz. Zira, sizden Allah’­ın rızasını dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.’”[13]

    Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya ziyneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya me­mur edilmiş oluyordu.

    Ayet nâzil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe’­nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hatta bu konuda babasına anasına danışabilece­ğini de beyan etti.

    Hz. Âişe derhal cevabını verdi: “Ben, bu hususta mı anneme babama danışa­cağım? Ben, elbette ki Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yur­du­nu tercih ediyo­rum!”[14]

    Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.

    Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve ahiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih et­tiler; böylece, Fah­r-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.


    __________________________________________________________________

    [1]Aynî, Umdetü’l-Kâri, c. 20, s. 244.
    [2]Buharî, Sahih, c. 3, s. 132.
    [3]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 167; Müslim, Sahih, c. 2, s. 1101-1102.
    [4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 6, s. 167; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1102.
    [5]Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209.
    [6]Burada Hz. Re­sû­lul­lah’ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalan­maktan alıkoymaktır; yoksa, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak ve haram iti­kad etmek değildir. Zira, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesi­ne sahiptir. Buna binaen Re­sû­lul­lah, kendisine, helâl bir gıda olan balı ve­ya şerbetini içmeyi yasak­lamıştır. Dolayısıyla, “Allah’ın helâl kıldığını Re­sû­lul­lah nasıl haram kılar?” diye bir soru akla gel­memelidir.
    [7]Bir kısım rivâyetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa’ya, kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir’in, on­dan sonra da Hz. Ömer ‘in halife olacağını haber vermişti (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 390).
    [8]Tahrim, 1.
    [9]Tahrim, 3.
    [10]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 406.
    [11]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 406.
    [12]Buharî, a.g.e., c. 1, s. 31-33; c. 6, s. 70; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 33; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1109; 1112; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 421; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 404.
    [13]Ahzab, 28, 29.
    [14]Buharî, a.g.e., c. 6, s. 23; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1113.

    Yazar: 
     
    Bugün 69 ziyaretçi (887 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol