աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: hz aminenin ebedi aleme gocu
      Bugün Ziyaretçi: 63
      Bugün Tıklama: 751
      Toplam Ziyaretçi: 136660
      Toplam Tıklama: 278235
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.128.204.196

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>hz aminenin ebedi aleme gocu

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    hz aminenin ebedi aleme gocu

    Hz. Âmine'nin Ebedî Aleme Göçü

    HZ. ÂMİNE’NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ

    Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.

    Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evladı ve Üm­mü Eymen... Hep­si­nin de mana âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruh­larını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.

    Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği ko­casını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırı­yordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayana­mıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.

    Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Âmine aniden rahatsızlandı. Peygamberi­miz ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık kar­şı­sında ne yapabilirlerdi?

    Ebva köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konakla­maktan başka elle­rinde çare yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak aniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve an­nesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.

    Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.

    Bir ara Peygamberimiz kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?” diye sor­du.

    Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır ol­duğu hissini uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok” diye cevap verdi.

    Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su” dediği işitildi. Yay­dan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.

    Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerpâresinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan simasına doya doya baktı ve el­lerini bir anne şef­katiyle okşadı!

    Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.

    Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryatlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Koca­sını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hasta­lık­tan daha çok, bu ayrılık onu ya­kıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü!

    Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulama­ya­cağını artık anla­mıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve has­retin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:

    “Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla yüz deve karşılı­ğında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gör­düklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âde­moğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Al­lah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koru­yacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zevâl bulur. Her şey fanidir, gider. Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yad edilecektir. Çünkü tertemiz bir evlat doğurmuş, arkamda hayırlı bir yad edici bırakmış bulunuyorum.”[1]

    Acıklı ve adeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmi­ne’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.

    Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyü.

    Tarih, Milâdî 576...

    Hz. Âmine’nin Defni

    Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Adeta dilleri tu­tulmuştu. Konuşan, sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.

    Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve aziz yavru­nun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama, canım Mu­hammedim!” dedi. “İlâhî Kader’e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”

    Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum” dedi; sonra da derhal ken­dini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sa­hibine teslim etti. Biz de onun na’­şı­nı toprağa teslim edelim, ra­hat etsin” de­di.

    Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın bağ­rı­na tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bi­lir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!

    Definden Sonra

    Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.

    Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirme­mek için elin­den gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, adeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye ça­ğırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, “Annemden sonra annem!” di­yerek iltifatta bulunuyordu.[2]

    Hem Anneden, Hem Babadan Yetim!

    Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat onun hakikî muhâfızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü bo­yunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!

    “Rabbin, seni yetim bulup da barındırmadı mı?”[3]meâlindeki ayet-i kerime, Peygamber Efendimizin bu halini ha­tırlatır!

    Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebva’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecek­tir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.

    Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabeler de ağlayacaklar ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Niçin ağ­la­dı­nız?” diye soracaklardır.

    Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhame­tini dü­şündüm de ağladım” diye cevap verecektir.[4]

    Erken Vefatlarının Hikmeti

    Burada hatıra şu sual gelebilir:

    “Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberli­ğine neden yetişemediler ve neden ona iman, kendilerine nasip olmadı?”

    Bu suale, Mektûbat isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nur­sî Hazretleri şu cevabı verir:

    “Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Re­sûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane his­sini memnun etmek için, valideynini min­net altında bulundurmu­yor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlat mertebe­si­ne ge­tirmemek için, halis ken­di minnet-i Ru­bu­bi­yeti altına alıp, on­ları mesut etmek ve Habib-i Ek­re­mi­ni de memnun etmek­liği rahmeti iktiza et­miş ki vali­dey­nini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin me­ziyetini, fa­ziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mare­şalin], yüz­ba­şı rütbesinde olan pederi, huzuruna gir­me­si; birbirine zıd iki his­sin taht-ı tesi­rinde bulunur. Padişah, o mü­şir olan yâver-i ek­re­mi­ne merhame­ten, pederini onun maiyetine ver­mi­yor!”[5]

    PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ İMANLARI MESELESİ

    İslam âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:

    “Hz. İbrahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) netice veren nurani silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar ve küfrün karanlıkla­rına mağlup olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir.”[6]

    Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin imanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla birçok İslam âli­mi, Peygamber Efendimizin muhterem pe­der ve validelerinin ahirette necat ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:

    1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilme­den çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azap yoktur.[7]

    Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâ­vî’­ye, “Pey­gamberimizin baba ve annesi cehennemde midir?” diye sorar.

    Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret za­manında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur” cevabını verir.[8]

    Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin ahirette azap gör­meyeceği, ayet ve hadislerle sâbittir.[9]Peygamber Efendimizin peder ve vali­de­le­rine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin ulaşmadığı tarihen sâ­bittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki onlar da necat ehlidirler ve ahi­rette azap görmeyeceklerdir.

    2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sâ­bit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nü­feyl, Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim’­den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden “Hanif”­ler­den­dir­ler.

    3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rah­minden nakloluna geldim”[10]hadis-i şerifidir.

    Kur’an-ı Kerim’de müşrikler “necis kimseler” olarak va­sıf­landırılmışlardır.[11]Temizlik ile pislik, iman ile şirk, mü’min ile müşrik arasında tezat bulundu­ğu­na göre, yukarıda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekrem’in ec­da­dından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul et­mek vacip olur.[12]

    Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:

    “Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru sîne-i ihti­ra­mında taşıyan bir ana babayı, evladının feyz ve nurundan mahrum farz et­mek, hem edebe, hem mantığa muvafık de­ğildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muh­terem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geç­miştir; Risâlet-i Ah­mediy­ye zamanını idrak etmemişlerdir.”[13]

    Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şu­dur:

    “Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Ha­bib-i Ek­reminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette ren­cide etmez.”[14]

    Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:

     

    İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken

    Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,

    Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa

    Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?

     

    Manası:

    İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saadet bur­cunda iken, Cenab-ı Hak, anne babasına nasıl şeref ver­mez ki?

    Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sa­de­fi­ni hiç ya­bana atar mı?


    _______________________________________

    [1] İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 119.
    [2] Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha sonra azat ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Bi­rinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Hârise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
    [3] Duhâ, 6.
    [4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
    [5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
    [6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.
    [7] bkz. M. Dikmen - B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
    [8] Tecrid Terc., c. 4, s. 539.
    [9] İsrâ, 15.
    [10] Kadı İyaz, c. 1, s. 183.
    [11] Tevbe, 28.
    [12] Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
    [13] a.g.e., c. 4, s. 551.
    [14] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398

    Yazar: 
     
    Bugün 63 ziyaretçi (751 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol