աաա.ʀǟʋʐǟ-ʀǟɖʏօ.Ʈʀ .ɢɠ İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı
Toplist Ziyaretçi Defteri Anasayfa
Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

Üye Panelİ

Forum Girisi
Kullanıcı adı:
Sifre:
Şifremi Unuttum | Kayıt Ol

B-S REKLAM

CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı
CSS Kutu (Çerçeve) Yapımı

Anket

    • Sayfayı Nasıl Buldunnuz ?
      Gayet Güzel
      İyi
      Normal
      İdare eder
      Kötü

      (Sonucu göster)
  • Etİketler

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    Dost Sİteler

    Dini Bilgiler



    BAŞLIK

    Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

    İLETİŞİM

    BİZE ULAŞIN
    Geri dönüşüm için lütfen bir adres bırakın!
    E-mail adresin:
    İsmin:
    Mesajın:

    SPONSOR REKLAM

    Esma'ul Hüsna







      "O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


      ALLAH
      (Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


      RAHMÂN
      (Bagislayan, esirgeyen)


      RAHÎM
      (Aciyan, esirgeyen)


      MELIK
      (Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


      KUDDÛS
      (Her eksiklikten münezzeh)


      SELÂM
      (Esenlik veren)


      MÜ'MIN
      (Güven veren, vaadine güvenilen)


      MÜHEYMIN
      (Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


      AZÎZ
      (Yenilmeyen yegane galip)


      CEBBÂR
      (Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


      MÜTEKEBBIR
      (Azamet ve yüceligini izhar eden))


      HÂLIK
      (Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


      BÂRI'
      (Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


      MUSAVVIR
      (Sekil ve özellik veren)


      GAFFÂR
      (Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


      KAHHÂR
      (Yenilmeyen, yegane galip)


      VEHHÂB
      (Karsilik beklemeden bol bol veren)


      REZZÂK
      ((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


      FETTÂH
      (Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


      ALÎM
      (Hakkiyla bilen)


      KÂBID
      (Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


      BÂSIT
      (Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


      HÂFID
      (Alçaltan, zillete düsüren)


      RÂFI'
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MUIZ
      (Yücelten, izzet ve seref veren)


      MÜZIL
      (Alçaltan, zillet veren)


      SEMI'
      (Isiten)


      BASÎR
      (Gören)


      HAKEM
      (Son hükmü veren)


      ADL
      (Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


      LATÎF
      (Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


      HABÎR
      (Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


      HALÎM
      (Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


      AZÎM
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      GAFÛR
      (Bütün günahlari bagislayan)


      SEKÛR
      (Az iyilige çok mükafat veren)


      ALÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      KEBÎR
      (Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


      HAFÎZ
      (Koruyup gözeten ve dengede tutan)


      MUKÎT
      (Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


      HASÎB
      (Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


      CELÎL
      (Azamet sahibi)


      KERÎM
      (Fazilet türlerinin hepsine sahip)


      RAKÎB
      (Gözetleyip kontrol eden)


      MÜCÎB
      (Dileklere karsilik veren)


      VÂSI'
      (Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


      HAKÎM
      (Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


      VEDÛD
      (Çok seven, çok sevilen)


      MECÎD
      (Sanli, serefli)


      BÂIS
      (Ölümden sonra dirilten)


      SEHÎD
      (Her seyi gözlemis olarak bilen)


      HAK
      (Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


      VEKÎL
      (Güvenilip dayanilan)


      KAVÎ
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      METÎN
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      VELÎ
      (Yardimci ve dost)


      HAMÎD
      (Övülmeye layik)


      MUHSÎ
      (Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


      MÜBDI'
      (Ilkin yaratan)


      MUÎD
      (Tekrar yaratan)


      MUHYÎ
      (Can veren)


      MÜMÎT
      (Öldüren)


      HAY
      (Ebedi hayatta diri)


      KAYYÛM
      (Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


      VÂCID
      (Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


      MÂCID
      (Sanli, serefli)


      VÂHID
      (Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


      SAMED
      (Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


      KÂDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKTEDIR
      (Her seye gücü yeten, kudretli)


      MUKADDIM
      (Öne alan)


      MUAHHIR
      (Geriye birakan)


      EVVEL
      (Varliginin baslangici olmayan)


      ÂHIR
      (Varliginin sonu olmayan)


      ZÂHIR
      (Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


      BÂTIN
      (Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


      VÂLÎ
      (Kainata hakim olup onu yöneten)


      MÜTEÂLÎ
      (Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


      BER
      (Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


      TEVVÂB
      (Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


      MÜNTAKIM
      (Suçlulari cezalandiran)


      AFÜV
      (Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


      RAÛF
      (Sefkatli)


      MÂLIKÜ'L-MÜLK
      (Mülkün sahibi)


      ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
      (Azamet ve kerem sahibi)


      MUKSIT
      (Adaletle hükmeden)


      CÂMI'
      (Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


      GANÎ
      (Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


      MUGNÎ
      (Zenginlik verip tatmin eden)


      MÂNI'
      (Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


      DÂR
      (Zarar veren)


      NÂFI'
      (Fayda veren)


      NÛR
      (Nurlandiran, nur kaynagi)



      HÂDÎ
      (Yol gösteren, murada erdiren)


      BEDÎ'
      (Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


      BÂKÎ
      (Varliginin sonu olmayan)


      VÂRIS
      (Varliginin sonu olmayan)


      RESÎD
      (Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


      SABÛR
      (Çok sabirli)


      ©RavzaRadyo.Tr.Gg
      ALLAH c.c En Güzel Isimleri

    Veda Hutbesi





      Veda Hutbesi

      Bismillahirrahmanirrahim

      EY İNSANLAR!

      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

      İNSANLAR!

      Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


      ASHABIM!

      Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


      ASHABIM!

      Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

      ASHABIM!

      Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


      İNSANLAR!

      Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

      İNSANLAR!


      Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

      hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


      MÜ'MİNLER!


      Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

      MÜ'MİNLER!

      Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


      ASHABIM!

      Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

      İNSANLAR!

      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

      İNSANLAR!

      Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

      İNSANLAR!

      Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

      "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!

      Şahid ol yâ Rab!


    İstatistikler

      İstatistikler

      Nerdeyim: habesistana hicret
      Bugün Ziyaretçi: 55
      Bugün Tıklama: 580
      Toplam Ziyaretçi: 136652
      Toplam Tıklama: 278064
      Hangi Ülke: us
      Ülke Kodu: us
      Online: Kişi var
      3.22.101.47

    .: Günün Ayeti :.

    .: Günün Hadis-i Şerif-i :.

    .: Günün Sözü :.

         

    Ravza-Radyo =>habesistana hicret

    yazarYazar: Ravza-Radyo | tarihTarih: |

    ((¯`» Ravza-Radyo «´¯)) ((¯`» İslam Dünyasına Açılan Eşsiz Bir Kapı «´¯))

    habesistana hicret

    Habeşistan'a Hicret

    (Bi’setin 5. senesi Receb ayı / Milâdî 615)

    Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini artıran eziyet, hakaret ve işkence­leri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dinî ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı!

    Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.

    Bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz, bâri yer­yüzüne dağılın! Allah Teâlâ sizi yine bir araya getirir” dedi.

    Sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Nereye gidelim?” diye sorunca da, eliy­le Habe­şistan’ın bulunduğu tarafı işaret ederek, “Siz Habeş ülke­sine gitseniz iyi olur! Habeş hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yur­dudur. Umulur ki Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur” buyurdu.

    Resûl-i Kibriya’nın bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak onu erkek beşi kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, “dinlerini ve inançlarını koru­mak” mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve ba­balarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlece yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a varan ve Habeş Necâşîsi tara­fından gayet müspet karşılanan, İslam’da ilk hicret kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:

    Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukiyye,

    Zübeyr b. Avvam,

    Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle,

    Mus’ab b. Umeyr,

    Abdurrahman b. Avf,

    Ebû Seleme ve ailesi Ümmü Seleme,

    Osman b. Maz’un (kafile reisi),

    Amir b. Rebîa ve ailesi Leylâ,

    Süheyl b. Beydâ,

    Ebû Sebre b. Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.[1]

    Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye’yi yanına alıp herkesten önce yola çık­mıştı. Bunu haber alan Efendimiz, “Lût Peygamberden sonra ailesini yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman’dır”[2]buyurdu.

    Nebiyy-i Ekrem Efendimizin Habeşistan’ı tercih edişi, birkaç sebebe dayanı­yordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yer­di. Zira, bu ülkeyle eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı. Habeş Ne­câşîsinin âdil bir hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edil­mesine ikinci bir se­bepti. Adale­tiyle şöhret bulmuş Necâşî, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti. Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının ehl-i kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz, Müs­lü­man­lara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslam’a karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!

    Nitekim Mekke’yi sessiz sedâsız terk eden adı geçen sahabeler, Habeş Ne­câşîsi ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleş­tikten sonra da, ibadetlerini ifa, dinî inançlarını yaşama hususunda herhangi bir en­gel ve zorluk ile karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslü­manlar, “Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık gördük. İnciltil­me­dik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik”[3]diyerek ifade etmişlerdir.

    Gerçekten, Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından bir başka ülkenin değil de, Habeşistan’ın hicret ülkesi olarak seçilişi, dikkat çekicidir. Bir müşrik ve putpe­rest ile bir Müslümanın hiçbir zaman ruhen kaynaşması mümkün değildir; ama ikisi de ehl-i kitap olan bir Müslüman ile bir Hıristiyanın —hiç olmazsa “inanç” noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan— anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim Habeşistan halkının Müslümanlara karşı nâzik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahalı davranmaları, bu gerçeği doğ­rular!

    Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi, çok daha mühim bazı müspet ne­ticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sâyede, İslamiyet, etraftan da duyuldu. Hicret hadisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki müşrikler, göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan’a sığınmalarından en­dişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

    HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA

    (Bi’setin 6. senesi)

    İslam ve iman sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalp­lere mânevî serinlik veren bu imanî havanın teessüsü, müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve plânların hiçbiri, coşkun akan bu iman şe­lâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıv­ranıp duruyorlardı.

    Kahraman Hz. Hamza’nın saadet dairesine dâhil olmasıyla, mânevî sancı­ları kat kat artmış oldu.

    Pey­gam­be­ri­mizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kim­den olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haksızlığa asla tahammülü olma­yan bir kahramandı. Ku­reyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.

    İlâhî hidayetin tecellisi bu! Kimin nerede ve nasıl iman nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda İslam nimetine kavuştu.

    Bir gün, çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ tepesinden Kâ­be’ye doğru giderken karşısına Abdullah b. Cüd’a’nın azatlık cariyesi çıktı ve “Ey Umare’nin babası!” dedi. “Kardeşimin oğlu Muhammed’e, Ebu’l-Ha­kem b. Hişam [Ebû Cehil] ile arkadaşları tarafından ya­pılanları görmüş olsay­dın as­la dayanamazdın!”

    Hz. Hamza, heybetli bakışlarını cariyenin üzerinde bir müddet gezdirdik­ten sonra, “Ebu’l-Hakem b. Hişam, ona ne yaptı?” diye sordu.

    “Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti; son­ra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi!”

    Hz. Hamza, “Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?” dedi.

    Cariye, “Evet, gördüm!” diye cevap verdi.

    Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleri ile doğruca, Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve ar­ka­daşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil’in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fena halde yardı. Sonra da, “Sen mi­sin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediğini söy­lüyorum! Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap, göreyim!” diye ko­nuş­tu.

    Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti. “Ama o bizi akılsız saydı!” dedi. “Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tut­tu­ğu yoldan ayrı bir yol tuttu.”

    Hz. Hamza’dan kararlı ve sert bir cevap geldi: “Siz ki Allah’­tan başkasına İlâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki Al­lah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın Resû­lüdür!”[4]

    Hz. Hamza’nın bu kararlılığı karşısında ne Ebû Cehil, ne de etrafındaki­ler­de bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil, “Doğrusu ben, kar­deşinin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım; buna müstahak ol­dum” diyerek suçluluğunu da itiraf etti.

    Şeytanın Vesvesesi

    Ani ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz. Hamza, evi­ne dönünce, zihninde şeytanın birtakım vesvese ve şüpheleriyle karşı kar­şıya kaldı: “Sen Ku­reyş’in hatırı sayılır birisi idin. Şu, dininden dönen Mu­ham­med’e uydun. Hiç de iyi etmedin!”

    Kalp ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hz. Hamza, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Allahım! Bu tuttuğum yol doğru ise, kal­bime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir çıkar yol göster!” diye dua etti.

    Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı.

    Resûl-i Ekrem, kendilerine va’z ve nasihatte bulundu.

    Kalbi iman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize, “Senin doğ­ruluğuna şehâdet ederim, ey kardeşimin oğlu! Artık dinini bana açıkla” dedi.

    Hz. Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı, Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekrem’e pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencele­rinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar!

    MÜŞRİKLERİN YENİ TEKLİFLERİ

    Hidayet dairesi gittikçe genişliyor, iman ve Kur’an nuru bütün haşmet ve parlaklığı ile ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.

    Ku­reyş müşriklerinin telâş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele, parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hz. Hamza’nın inananlar tarafında bek­lenmedik bir zamanda yer alması, kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kale­sinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açıl­ması, onları değişik plân­lar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.

    Bir gün, Ku­reyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b. Re­bîa, bir grup müşriğe, “Ey Ku­reyşliler! Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tek­liflerde bulunsam nasıl olur? Umulur ki o, bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz; böylece, kendisi de, bize karşı yaptıkla­rından belki vazgeçer!” diye teklif etti.

    Topluluk tarafından teklif kabul edildi.

    Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram’da bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına var­dı ve sözüne şöyle başladı:

    “Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen, kavminin başına bü­yük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin; tanrılarını ve dinlerini kötüledin; onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üze­rinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Söyle, ey Velid’in babası, se­ni din­liyo­rum!” de­yince, Utbe, tekliflerini sıralamaya başla­dı: “Sen ortaya attığın bu meseleyle şa­yet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıra­lım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir şeref peşinde isen, seni kendimize re­is yapalım! Yok, eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yet­meyen bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, dok­tor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım!”

    Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe’ye, “Ey Velid’in babası! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.

    Utbe’den, “Evet...” cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, “O halde, şimdi sen beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet Suresi’nin 1-36 arasındaki ayetleri ke­mâl-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:

    “Ha Mîm... Bu Kur’an, Rahmân, Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmedir. Bir kitaptır ki ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere anlayacak olan bir kavme açıklanmıştır; hem cenneti müjdeleyici, hem (ateşten) korkutucu olarak... Fakat onların (Mekke kâfirlerinin) çoğu (Kur’an’dan) yüz çevirdiler. Artık onlar, dinleyip Hakk’ı kabul etmezler.”

    Sureyi secde ayetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Ut­be’ye döndü ve “Ey Velid’in babası! Okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!” dedi.

    Kur’an’ın nazmındaki i’caz, manasındaki tatlılık Ut­be’­nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki bunu Ku­reyş­li­ler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler: “Vallahi, Ebu’l-Ve­lid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!”

    Yanlarına gelince, “Ne getirdin? Anlat bakalım!” dediler.

    Utbe, “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim! Yemin ederim ki o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

    “Ey Ku­reyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın! Yemin ederim ki benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınızda kalan Arab tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Arab­lara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şe­refi sizin şerefiniz demektir. Onun sâyesinde insanların en mesut ve bahtiyarı olursunuz.”

    Utbe’nin konuşması, Ku­reyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek, “Ey Velid’in babası! Gene o, seni diliyle büyülemiş!” dediler.

    Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, “O halde, istediğinizi yapın!” di­yerek yanlarından uzaklaştı.[5]

    Böylece, müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlubiyet üze­rine mağlubiyete uğruyorlardı. İslam davasına karşı tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!

    Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, “Ben nurumu tamamlayacağım; kâfirler, müşrikler istemeseler bile...” diye vaadi vardı. Resûlüne emri şuydu:

    “Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü Ben, seni in­sanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.”[6]

    Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), iman ve İslami­ye­te davet va­zifesine bıkmadan usanmadan, korkmadan çekin­meden devam ediyor, bütün gayre­tiyle gönüller üzerinde tevhid bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safı gittikçe hem daha sık­laşıyor, hem de güçle­nip kuvvetleniyordu.

    Müşriklerin, Safâ Tepesi’nin “Altın”a Çevrilmesini İstemeleri!

    Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de mevki makam, mal mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile davasında tereddüde düşürme­diğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.

    Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, “Rabbine dua et! Eğer Safâ tepesini bi­zim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana iman ederiz!” de­di­ler.

    Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti; ama Allah’ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hadiseydi.

    Müşrikler, böylesine, herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle, adeta kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı: “Ba­kın, işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden iman edelim?” demek istiyorlardı.

    Diğer istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep, bunları yapma­nın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah’ın isteğiyle, kuvvet ve kud­retiyle meydana gelebileceğini ifade etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı ce­vapla karşılık vermeden, “Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten ya­par mısınız?” diye sordu.

    Hep birden, “Evet, yaparız!” dediler.

    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak kudreti sonsuz Rabb-i Rahîm’ine yalvarmaya başladı.

    Elbette, Sultan-ı Levlâk’ın niyazı cevapsız kalamazdı. Ânında Cebrail (a.s.) gelerek, “Allah Teâlâ, seni selamlıyor ve ‘İstersen, onlara Safâ tepesini altın ya­pa­yım. Ancak bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarım­dan hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaplan­dı­rı­rım! Yok istersen, on­lara tevbe ve rahmet kapılarımı açık bırakayım’ diyor” dedi.

    Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif arasında serbest bı­rakılmıştı. Cenab-ı Hak, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böyle­sine rahatsız edip sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:

    “Hayır Allahım! Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak!”[7]

    Evet, Peygamber Efendimiz, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmişti. Kalp ve vicdanı, merhamet ve şefkatin men­baı idi. Kendisine zulmedenlere, kendi­sine eziyet ve ha­karette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affedi­yor­du. Hiçbir zaman şahsı için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zul­medenlere dahi iman saadeti ve İslam hidayeti diliyordu.

    O, bu engin şefkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha ile gönülleri fet­hetmiş, kalp ve ruhları nuru etrafında pervane gibi döndürmüştür.

    Müşriklerin Değişik Bir Teklifleri

    Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağ­men, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.

    İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Sana, içimizde en zengin adam ola­cak şekilde mal verelim, istediğin kadınla evlen­direlim! Yeter ki sen, ilâhları­mızı kötülemekten vaz­geç!” dediler. Sonra da şöyle konuştular:

    “Eğer bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!”

    Resûl-i Ekrem, “Nedir, o hayırlı teklif?” diye sordu.

    Ku­reyş ileri gelenleri, “Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzzâ’ya bir yıl tap; biz de senin ilâhına bir yıl tapalım!”[8]dediler.

    Bu, Ku­reyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca, Resûl-i Ek­rem’i böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi, elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim Cenab-ı Hak, bu hadisenin hemen sonrasında Kâfirûn Suresi’ni in­dirdi:

     

     “(Ey Resûlüm!) de ki:

    “‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet etmekte olduklarınıza (putlarınıza) tapmam; siz de benim ibadet etmekte olduğu­ma ibadet ediciler değilsiniz. Zaten, ben hiç­bir vakit sizin tapmış olduklarınıza tapıcı olmadım; siz de (hiçbir za­man) be­nim ibadet etmekte olduğum (Al­lah’a) ibadet edi­cilerden değilsiniz. Sizin di­niniz (bâtıl itikadınız) size, be­nim dinim de bana!’”

    Peygamber Efendimiz, inen bu sureyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anladılar ve bu yolda­ki ümitlerini de yitir­diler!

    Müşriklerin Üç Sorusu

    Hz. Re­sû­lul­lah’ın davası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden, Pey­gam­be­ri­miz hakkında bir şeyler öğrenmek!

    Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Re­sûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler; sonra da, “Siz, elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bil­gi veresi­niz diye size başvurduk!” dediler.

    Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:

    “O kimseye, ‘Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? Ruh’un mahiyeti nedir?’ sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandı­rırsa, bilin ki o, Allah’ın peygamberidir; siz de ona tâ­bi olun. Yok, eğer cevap­landıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir; kendisine istediğinizi yapabilirsi­niz!”[9]

    Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.

    Müşrikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu soru­ları sordular.

    Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi. “Size yarın bildireyim!” dedi.

    Bunu derken, o sırada “İnşallah [Allah dilerse]” demeyi unutmuştu. Bu se­beple, bir görüşe göre üç, diğer bir rivayete göre ise on beş gün bu konuda hiç­bir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sıkıntıdan duramaz hale gelmişti. Hele, müşriklerin, “Muhammed bizden bir gün mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil!” diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkın­tılarını daha da artırdı. Öyle ki kimseyle konuşamaz hale gelmişti.

    Nebiyy-i Ekrem’in, bu sıkıntıları fazla sürmedi; sonunda vahiy indi. Müş­riklerin sorularına şöyle cevap verildi:

     

    “Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı, Bizim mucizelerimizden şaşılacak bir şey ol­du­lar mı sandın? Hatırla ki o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla.”[10]

    Bu ayet-i kerimelerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashâb-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki ayetlerde ise Ashâb-ı Kehf’in maceraları anlatılıyordu.[11]

    Müşriklerin ikinci sorularına ise, şu ayetler cevap veriyordu:

     

    “Ey Resûlüm! (Müşrikler, seni imtihan etmek için) bir de Zülkarneyn’den (ha­ber) soruyorlar. Sen de ki: ‘Size, onlardan bir haber anlatacağım.’”[12]

    Surenin devam eden ayetlerinde ise, Cenab-ı Hakk’ın Zül­kar­neyn’i iktidar sa­hibi yaptığı, ona vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yol­culuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet et­tiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle kar­şılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyan edili­yordu.[13]

    Müşriklerin üçüncü suallerine ise, şu ayet-i kerimeyle cevap veriliyordu:

     

     “(Ey Resûlüm!) bir de sana ruhtan (ruhun hakikatinden) soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin bildiği bir iştir ve size, ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’”[14]

    Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı!

    Buna rağmen, Peygamber Efendimizin davasını doğrula­yıp, ona uymaktan uzak durdular; şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.

    Ancak onların bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sü­rük­lemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, iman ve Kur’an da­va­sı daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.

    Cenab-ı Hak, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı surede şöyle ikaz edi­yordu:

    “Hiçbir şey hakkında ‘İnşallah’ demeden ‘Ben bunu herhalde yarın yapa­rım’ deme! Unuttuğun zaman Rabbini an, ‘İn­şallah’ de, ‘Umulur ki Rabbim, beni daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir’ de!”[15]

    Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında “İnşal­lah” demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.


    ________________________________________________________________________

    [1] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 344-345; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 203-204; Taberî, Tarih, c. 2. s. 222.
    [2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1. s. 203.
    [3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 204; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 222.
    [4] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 311; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 270.
    [5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 313-314; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
    [6] Mâide, 67.
    [7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 35-36.
    [8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 368; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225-226.
    [9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 321-322.
    [10] Kehf, 9-10.
    [11] Kehf, 9-26.
    [12] Kehf, 83.
    [13] Kehf, 84-98.
    [14] İsrâ, 85.
    [15] Kehf, 23-24.

     

    Yazar: 
     
    Bugün 55 ziyaretçi (580 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol