Sihir
Sihir |

Sihir,
insanlara yönelik olarak tabiat üstü gizli güçlerin yardımı ve
aracılığıyla belli bir maksadı gerçekleştirmek ve belli bir gayeye
ulaşmak
için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen eylem; bir şeyin veya
olayın
gerçek huviyetinden uzak olarak başka bir halinin gösterilmesidir.
Sihir, İslam'ın kesin olarak yasaklayıp redettiği bir inanç ve
işlem olup tabiat kuvvetleriyle insanlara bir takım etkilerin yapıldığı
söylenen ilkel bir anlayış ve olgudur.
Cenab-ı
Hak buyuruyor:
"Siz atın" dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini
büyülediler, onları
korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler."
(Araf suresi /116)
"...Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları,
kendisine
gerçekten koşuyor gibi görünüyor."
(Taha Suresi /66)
Esrarengiz,
gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibariyle çekicilik
ve bir de kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Sihir,
herşeyden
önce kendi özünde bir harika değildir. Sebebi herkes için
bilinmediğinden,
olay bir harika gibi tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi
herkes
için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için
kullanıldığı
zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir
bir
halde bulunması şart da değildir. Az çok taklit ile meydana
getirilebilmesi
de kafidir.
Her ne kadar Batı, büyücülüğü 16. ve 15. yüzyıllarda arıyorsa da gerçek ve yakın kökenlerini, Prof. Margaret Murray'ın The Witch Cult in Western Europe adlı kitabında ve İngiliz Gerald Gardner'in çalışmalarında bulabilirz.
Murray'ın kuramları bugün bir hayli tartışılıyor, Gardner ise halen çağdaş büyücülüğün bir dönüm noktası sayılıyor. Her iki çizgide ise ağırlık kazanan Ak büyü ve cadıcılığın, eskilerden kalma, bir çeşit karşıt inanç, alternatif inanç ve öncü feminist hareketi olduğu düşüncesidir.
Ruhçuluk, antropoloji ve folklor ile ilgilenen emekli gümrük memuru Gardner, 70 yaşında iken yayınladığı Withcraft Today, 1954 kitabında hem Murray'ın tezine bağlanıyor hem de büyücülüğün halen mevcut olduğunu, kendinin de bir örgütün üyesi olduğunu açıklıyor. 50'li yıllarda Gardner'in yazdıkları bir çeşit zincirleme tepki yaratıyorlar, konu ile ilgilenenler git gide artıyorlar. Ak büyüye yönelik örgütler ve bireysel çalışmalar artıyor, ayinler sürekli düzenleniyor ve "Eski Din" 20.yüzyıla yerleşiyor.
20.yüzyılın teşkilatlandırılmış büyücülüğü Ak Büyüye odaklanıyorsa da, tercihen, kara ve kızıl tonlamalar hiç eksik değildir. Özellikle 70'li ve 80'li yıllarda Avrupa'nın birçok büyük kentinde, Londra'da, Paris'te, Milano'da mezarlıklar basılıyor, mezarlar açılıyor, tabutlar kırılıyor, cesetler, kemikler ortaya dökülüyor. İbadete kapalı, eski, kısmen yıkık kiliselerde siyah mumların ışığında ayinler düzenleniyor, kara kediler, kara horozlar kesiliyor, kanlar akıtılıyor.
Dünya'da büyücü örgütlerinin sayısı kabarıyor, dergilerde, gazetelerde büyücüler, falcılar, medyumlar sahife dolusu ilanlar veriyorlar ve televizyon ekranlarında "resmi" cadılar program yapıyorlar, kitaplarını tanıtıyorlar. Ak, kara veya kırmızı her türlü büyücülük gündemde yerini koruyor, medyatik oluyor, şu veya bu şekilleri ile pagan gelenekleri çağdaşlaşıyor. En çok göze batan, dikkati çeken bugünün cadılarıdır: genç, güzel, alımlı ve çoğunlukta çıplak.
Ne
yazık ki,
toplumların birçok katmanlarında insanın en eski
devirlerinden kalma bir alışkanlık, dinlerin yasaklarına ve bilimin
uyarılarına
rağmen, Çağdaş Dünya da sürmektedir.

Mısır'da:
Musa (a.s.)'dan evvel Mısırlılar, kanunen caiz olan bir büyü kabul
ediyorlardı. Ancak kanunen yasak olan büyünün her türlü icra
usullerini daha az bilmez değillerdi.
Sihirbazların hayata ve ölüme tasarruf ettiklerine, iyi veya kötü cinleri yardım için çağırma gücüne sahip olduklarına ve tabiat kuvvetlerini diledikleri gibi kullanabileceklerine inanıyorlardı.
Uzak Şark'ta: Çinliler büyünün her türlüsüne karşı derin bir alâka besliyorlardı. Konfüçyüs'ten önceki dönemlerde Wu denilen bir tür cadı, devletin sosyal yapısında resmi bir mevki sahibi idi. Büyü usulleri arasında geleceği bilerek geleceğe ait hususları söylemeye, cinleri uzaklaştırmaya alışıyorlardı.
Yunan-Roma'da: Görünmez kuvvetleri beşerin iradesine mahkûm kılmak sanatı, Yunan-Roma medeniyetinde Şark'ta olduğundan daha az rağbet bulmuş değildi. Yunan sihirbazları daha çok kendilerine hizmet edebilecekleri ümidiyle yabancı ilâhlara müracaat ediyorlardı. Tesalya kıtası gizli sanatlara mensup en meşhur adamları yetiştirmekle meşhurdu. Büyü, imparator Ogüstüs zamanında, büyük bir ehemmiyet kazanmıştı.
Yahudilik'te: Sihre itikat pek revaçta idi. Perileri davet etmek, şeytanları insanın iradesine mahkûm kılmak, her türlü harikalar, hulâsa medeniyette şöhret bulmuş itikatların bütünü Yahudilik'te mevcuttu. Yahudiler büyü formüllerinde, eski zamanlardaki geleneklerden yahut yabancı dinlerden gelen cin ve peri isimlerini almışlardır.
İslâm toplumlarında: Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den, İranlılar'dan, Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır. Tütsü, tılsım, muska, cadılık, fala bakmak vs. hep oralardan gelmiştir. Müslümanlar cinlere inandıkları için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu. Rasûlullah (s.a.s.) "isabet-i ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı rukyayı yani duayı caiz görmüştür. Fakat büyü ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.) duası arasında hiçbir ilişki yoktur. Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve harflerin suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar.
Batı
dünyasında: Bütün milletlerin
arşivleri tetkik olununca, büyüye müteallik bu türlü
inançlara rastlanır. Keltler, Tötonlar, İskandinavlar, Finler, Doğu
milletleriyle
bu konuda bir çok esaslı benzerlikler göstermektedirler. Bugün akıl ve
mantığın ilerlemesiyle büyünün ortadan kalktığına inanmak pek cesur bir
davranıştır.
"Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı" (Bakara Suresi 102)
Allah Resulü, aralarında şirkin de bulunduğu yedi büyük günah arasında büyü yapmayı da saymıştır.
Büyünün islami hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından birini inkar etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez. Mesela birisi, büyücülerin herşeyi yapabileceğine inanırsa, Allah'a şirk koştuğundan kafir olur. eğer ölüm veya hasta yapma veya karı-koca arasını açma yaparsa fasık olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür.
Kur'an-ı
Kerim ve peygamberimizin hadislerinden bazı şeyler okuyarak
yapılmış büyüleri bozmak caizdir. Allah Resulüne yapılan büyü Felak ve
Nas sureleri okunarak bozulmuştur.
Bazı büyüler göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. bunların gerçek bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci tip büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için mutlaka dünyada cezalandırılmaları gerekir.
Kur'an-ı
Kerim, bize büyücülerin şerinden Allah'a sığınmamızı öğretmiş
ve bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden Allah'a sığınırım de" (Felak
Suresi 4)
Büyü
ve
büyücülükle ilgili Kur'an-ı Kerim'de diğer âyet'i kerimeler
şunlardır:
"Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece
bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflah
olmaz."
(Taha suresi :69)
Peygamber
Efendimiz Buyuruyor:
"Büyü yapan kişi küfre girmiştir."
"Muhabet için efsun yapma, ipliğe okuma, büyü yapmak şirktir."
"Büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişi Kur'an-ı
inkar etmiştir."
Kaynak:
1) Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN
2) Şamil İslam Ansiklopedisi
Uykuda Gözüken Rahatsızlıklar
![]() |
Uyanık Halde Görülen Rahatsızlıklar
Kaynak : Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo & Arif Arslan, Karizma Yayınları, 2000
![]() |
Nefes etme üflemektirki, tükürüklü veya tükürüksüz olabilmektedir.
Büyü yaparken kutsal kitaplardan konuyla ilgili bölümler okunmakta, üflenmektedir.
Yapılacak büyüye göre günün ve ayın farklı zamanlarında yapılması gerekmektedir.
Ancak şunu unutmamalı, büyü yapmak kadar, büyücüye gitmek ve onların çoğalmasına da sebep olmak da suçtur ve günah bakımından bu işi yapanla, sebep olan arasında çok fazla bir fark yoktur.
Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara, gönüllere tesir eden,
insanı hasta bırakan, öldüren, karı ile kocanın arasını açan, bir takım
dökümlerden, yazılardan, dualar ile efsunlardan ibarettir ki bütün
müçtehid âlimlerce kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fâsık kimselerin
ellerinde meydana gelebilir. Hattâ bazı müctehitlere göre sihri öğrenip
başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar. Şu kadar var ki,
caiz olmasına inanmaksızın sadece kendisini fenalığından korumak için
sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
“Büyücüler, şeytanlar, her istediklerini yaparlar” diye itikat edilmesi
de kâfir olmaya sebep olur.
Sihir, büyü şirk ehlinin amelidir. Zîra faydalı şeylerin elde edilmesi
ve zararlı şeylerin uzaklaştırılması ancak Allah'tan bilinir, O'ndan
istenir. Düğümlere üflemek suretiyle faydalıyı elde etmek veya
zararlıyı defetmek düşüncesi, Allah'a inanıp O'na tevekkül eden kimseye
yakışmaz, ancak müşriklere yakışır.
Kişi bu davranışıyla sihrin gerçek tesirinin olacağına inanmışsa bu
şirk olur. Çünkü Allah’tan başka hakiki tesir eden yoktur.
Kaynak: Dini Meseleler, Mehmet Talu
![]() |
O zamanın İsrailoğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir yol, bir meslek edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine Kur'ân'ın i'cazı karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara uydular. Bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği bu iki çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı birbirine mi düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar?
Kaynak: Elmalı Tefsiri
Resulullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)'ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür.
Bununla
beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani
okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir:
Şüphe
yok ki herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi,
okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi
için
kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında,
Razî'nin
beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile
tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir.
"Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı
dağlama),
ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani
dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak
Rab'lerine
tevekkül ederler."
Bir
hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak
isteyen."
buyurulmuştur.
Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b.
Abdurrahman'dan
senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: Saîd b. Cübeyr'in
yanında
idim.
-Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi.
-Ben, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim.
-Ne yaptın? dedi,
-Rukye ettirdim, okuttum..
-Seni ona ne sevketti?
-Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis.
-Şâbî size ne haber verdi?
- Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye
yoktur." dediğini bize haber verdi.
- İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den şöyle haber verdi:
- Peygamber buyurdu ki:
'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk,
peygamber gördüm yanında bir iki adam, peygamber gördüm yanında kimse
yok.
Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim,
derken bana denildi ki:
- Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük
kalabalık,
derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktımki bir büyük kalabalık.
- İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız
cennete girecek yetmiş bin vardı.
Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız
ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında konuşmaya
daldılar. Bazıları:
"Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları
da:
"Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek"
dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.)
çıktı:
"Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki:
"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr
yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler."
Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis
şöyledir:
"Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler,
dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir.
Bu hadis İhlâs Sûresi'nde "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur.
Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki:
Benim
bir
dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.)
okuyup üflemeden yasakladı. Onun üzerine, vardı
-Ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep
sokmasına rukye ederim dedi.
Resulullah da:
-Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın,
buyurdu.
Avf
b.Mâlik
Eşceî hadisinde de demiştir ki:
Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki:
-Ey Allah'ın Resulü onun hakkında ne buyurursun?
-Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda
şirk olmadıkça." buyurdu.
Ebu
Saîd
Hudrî hadisinde:
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap
obalarından
birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
-İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig
(yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler.
Ashab içinden bir adam -ki Ebu Saîd kendisidir
-Evet, dedi.
Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu.
Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul etmek istemedi,
-Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam, dedi ve Peygamber'e vardı
anlattı,
-Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum.
Resulullah tebessüm etti de:
-Sen onun rukye olduğunu ne bildin? Onu onlardan alın, bana da sizinle
beraber bir hisse ayırın, buyurdu."
Daha bunlar gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.
Bazıları da üflemeyi yasaklamışlardır.
İkrime
demiştir ki:
Rukye eden (okuyan)
üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır.
İbrahim Nahaî'den de
selef;
okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi,
diye nakledilmiştir.
Bazısı da demiştir ki:
Dahhâk'ın yanına gittim
ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu
Muhammed! dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i
okudum."
Halîmî demiştir ki:
"Rukye edenin
üflememesi ve
sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir."
diye. İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır.
O, şuna kâni olmuştur:
Allah Teâlâ düğüme
üflemeyi
sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde
yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak
ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama
bu üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip
olur.
Bununla beraber
Nesaî'de
Ebu Hüreyre'den şu
hadis de
rivayet edilmiştir:
Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır,
sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye
takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar,
inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa)
ona
havale edilir.
" Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum olur.
Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemeyen doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, her meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların böyle olması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:
1-
Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona
okuyup üfledi de
"Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da
sana şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan
ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi:
"Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve
cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım."
3-
Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki:
Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa ,
"Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa
versin."
derse şifa bulur.
4-
Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi:
"Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren,
senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert bırakmaz."
5-
Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı:
"İkinizi de Allah'ın
tam
kelimelerine sığındırırım, her şeytandan,
kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de
oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı."
6-
Osman b.
Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki:
Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti.
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine
koy ve yedi kere şöyle
de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve
kudretine sığınırım." ben de yaptım,
Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış,
onun kendisine okutmuştur.
7-
Peygamber
(s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi:
"Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım
senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve
senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım arslandan, kara
yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın
ve doğurduğunun şerrinden."
Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları
için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma
emirleri
ve bu sûreler yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve
sıvazladığı
da sâbittir.
8- Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs
sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi.
Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki:
"Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona
Muavvizâtı
(İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da
ben
okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun
mübarek
elinin bereketi benim elimden çok büyük idi."
Bununla
beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini
anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine
Sahîh-i Müslim'de: Hz. Âişe demiştir ki:
Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ
eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi:
"İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa
vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz."
Ne zaman ki Resulullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini
tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti,
sonra
"Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben
baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
Bunlardan
başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara
okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar
onun
peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden olduğu için
diğerleri
hakkında delil olmaz. Bununla beraber yine Hz. Aişe "Resulullah
(s.a.v.),
Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep
gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir
ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de
faydalı
olduğuna göre, tükürmenin de
bir yönü düşünülebilir.
Bundan başka bir de gözden okuyup üfleme
(rukye)ye
izin verilmiş olduğu ve bu sebeple "Göz değmesi ve
sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur."
denildiği
de zikredilmiştir. Göz
değme olayı bir
nefsânî durum olması hasebiyle bunda da ruhanî
bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
Şimdi bütün
bunlardan
hasıl olan sonuç da şudur ki:
Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince Allah'ın hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren ilaçtır diye inanırsa değil.
Karşılığında bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mülâhazası yalnız kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir.
Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde bu açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden medet beklemek yine başkadır.
Allah Teâlâ duâyı emretmiş
"Bana
duâ
edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60)
"Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık
veririm." (Bakara, 2/186)
"De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77)
Fakat
şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış,
"Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de."
(Cin, 72/20)
Aynı şekilde Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine cankurtaran edinsin. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her ihtiyacında temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona doğrudan doğruya dua ve ibadet ile sığınma ve ilticayı bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil olup kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."
Kaynak: Elmalı Tefsiri, Felak SuresiBuraya kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek kolay değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî tefsirinde sihrin sekiz çeşidini saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki bilgilerin özeti şöyledir:
1- "Gildânî Sihri" ki, sem avî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. Gildânîler eski bir kavim olup, yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki olayları yönetip yönlendirdiğine, hayır ile şerrin, mutl u luk ile bedbahtlığın bunlardan kaynaklandığına inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip şeyler yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl inançlarını düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir kısmı kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var olmuş bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi materyalistler demektir. Anlaşıldığına g ö re gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli ileri gitmişler ve bazı sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer bir kısmı, feleklerin ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için bir heykel yapmışlar ve bunlara tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da feleklerin ve yıldızların üstünde ve ötesinde her şeyi yaratan fail-i muhtar (istediğini yapabilen) bir yüce yaratıcının varlığını kabul ederler, fakat o yüce yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın yönetimi için onları görevlendirmiş bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine (rabîiyyeciler = naturalizme) benzemektedir. Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.
2- Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle sanırlar ki, insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve tesir gücünü arttırır. İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak derecede gelişir, iradesi de kendi dışında birtakım olayları etkileyecek derecede güçlenir. O zaman istediği birçok şeyleri yapar,eşyada, canlılarda ve diğer insanlarda kendi bedenindeki gibi tasarruf eder. Hatta o dereceye varır ki, bir irade ile bünye ve şekilleri değiştirebilir: İsterse öldürür ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var edebilir. Gerçekten de beden terbiyesi gibi ruh terbiyesinin de birçok faydası olduğu inkâr edilemez. Fakat ruhun bu derece güç kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan, yalnızca çalışmayla elde edile b ilir bir şey olduğunu farzetmek evhamdan öte bir şey değildir. Birtakım kimseler, riyazat, havas, rukye, muska, uzlet ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip olayları ile uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri bu c ü mleden şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.
3- Ervah-ı ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim ve cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve son devir filozoflarından bazıları cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir. Sanki kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş ve sınırları belirlenmiş gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı bastırmak, ilmî bir davranış olamaz. Bu inkârcıların bir kısmına "dünyada daha bilmediğimiz gizli kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz, bunlar "evet" demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere "cin vardır" deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların büyükleri cinleri inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla anmışlardır. Fakat bunlarla belli sebepler altında insanların ilişki ve bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları ilmî bir şekilde tetkik edilip ortaya konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin bundan dolayı bu yolla yapılan ve yapılac a k sihirlerin varlığını inkâr değil, kabul etmek gerekir. Hatta bu günün ispirtizmacılarını bu cinlerden sayabiliriz. İşte sihrin en meşhurları buraya kadar saydığımız bu üç kısımdır.
4- Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir ki, bunlara sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz bağcılık" denilir. Bun u nla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım ruhî etkiler ile de ilişkisi olabilir.
5-
Hiyel-i
sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler
göstermek sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un
sihirbazları böyle yapmışlardı. Rivayet olunduğuna göre, bunların
ipleri,
değnekleri civa ile doldurulmuş, altlarından ısı verilince
veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan ipler ve değnekler
hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda
fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik
açıdan bunlara birçok misaller vermeye elverişlidir.
Sinemalar bunun çok canlı bir misalidir. Bunların halk üzerindeki hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir. Hele işin aslını bilmeyenler için...
6- Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin ve ilaçların kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan sihirlerdir.
7-
Ta'lik-i
kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz
şarlatanlık yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak,
muhatabını kendine çeker, bir ümit veya korku altında onun kalbini
çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve düşüncelerine etki
ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar. "İsm-i azam duasını
bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya biliri m, simya bilirim"
der, icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan,
kerametten,
ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini
dolandırır. Telkin yoluyla kalbleri çelmenin işleri yürütmede, sırları
gizlemede çok büyük tesiri vardır. En adi s inden en
maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar hep buna bağlıdır. Sihrin
öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın bu
konudaki becerisine bağlıdır denilebilir.
8-
Nemmamlık
(koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından yürütülen
gizli fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez
bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan tahrikler ve aldatmalar ile yapılan
sihirdir ki, halk arasında en bol ve en yaygın kısmı da
budur.
![]() |
Bunlar içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı. Vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı. Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı.
Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak, halkın duygu ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve bunlar arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak, konular çok kötü bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye birtakım kanaatlar genellik kazanmıştı.
Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı.
Hz. Süleyman'ın vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî ve ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış.
Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri mucize gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın -haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim ederek yoldan çıkarıyorlardı.
Kaynak:Elmalı TefsiriHarut ile Marut'un Cibrîl gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Onlar bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen meleklerdi. Öğretileri de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham cinsindendir. İlham ise herkese olabilir.
Eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye kullanılmasının küfür olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Aslında her bilgi böyledir.
Hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır.
İlimler
iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı
takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok
din
âlimleri, genel olarak ilim hakkındaki âyetlerden şu sonucu
çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden
korunmak
için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta
küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir.
Sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat
pratikte
ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin
kötüye
kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli
bir
bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve
şerre alet edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler
yapılabilir.
Lakin bunun böyle olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında
bir
sihir olması lazım gelmez.
İşte Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasında fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir.
Demek
ki,
sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır:
Birisi şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri
ise Bâbil'deki gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce
bilgilerle
acaip tekniklerin şeytanca kötüye kullanılmasıdır.
Sihrin aslı yoktur diye aldanmamalı ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremezler. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'dır. Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın alan bir kimsenin, elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça hüsrandır. Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir, amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonunu ve onu yapan sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun sadece hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun hareket etmedikleri için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında sihrin asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle geçirdiklerini bilmezler.
Kaynak: Elmalı Tefsiri